Hayat, değerlidir; onu değerlendiren düşünce daha da değerlidir. Hayatın değerini ucuzlaştıran düşünce daha da ucuzdur. Hayatın fiyatıyla ilgilenen düşünce ise beş para etmez. Hayatımıza hangi düşünce yön veriyor? Onu değerlendiren mi, ucuzlaştıran mı, beş para etmez kılan mı! Bunu görebilmek için, herkes yaşadığı hayata yeniden dönüp bir baksın! Yaşadığımız hayat, yaşanması gereken hayat mı?
Hayata verilen değer, insana verilen değerdir. İnsanı değerlendiren hayatını değerlendirir, insanı kullanan hayatını kullanır. Bu açıdan hayat; ya şerefle bitirilmesi gereken bir vazife olur ya da Çin malı olur. Ya eşref-i mahlukat olmanı sağlar, ya da kullanır atılırsın. Günümüzde insanlığın hayatı Çin malı gibi kullanılıp atılmaktadır. Onu değerlendirecek bir düşünce yok mu? Elbette var ancak bu düşünce Kaşıkçı elması gibi müzeye kaldırılmış. Adeta hayattan uzaklaştırılmış. Bu düşüncenin müzeden hayata nakli elbette önce siyasi olarak gerçekleşecektir. Aksi taktirde mal hükmünde olur ki, hayatı çin malı olmaktan kurtaramaz.
Yaşanan kriz, bir düşünce krizidir. Çin malı hayat düşüncesi, krizin ta kendisidir. Kendi enerjisi geçici olduğundan bittiğinden dolayı, kaşıkçı elması düşüncesini müzeye hapsetmeyi başararak ayakta kalmaya çalışıyor. Bunu yaparken de nice hayatları yine mala çeviriyor. Önce bu düşüncenin malı olmaktan kurtulmalıyız. Bu düşünceden kurtulmadan değerli bir düşünceye sahip olamayız. Bir kap boşaltılmadan başka bir şeyle doldurulamaz.
Bulunacak çözüm, bir düşünce çözümü olacaktır. Kaşıkçı elması kadar değerli olan bir düşünceyle tanıştığınızda çözümün adresi olmak durumundasınız. Bir şeye sahip olmak onu korumayı da sorumluluk olarak yükler. Ancak onu müzede değil, hayatın içinde korumak zorundayız. Aksi taktirde hayatı nasıl değerlendirebilir ki... Ancak, hayatı değerlendirecek bir düşünce sayesinde, krizler bir fırsat olabilir. Fırsattan haberi olmayan krizde ne verebilir. Üstelik krize sebep olan onun ucuz düşüncesi değil mi!
Asr-ı Saadet‘den günümüze kadar geçen süreci düşünce disiplini içinde bize aktaracak bir tarih bilincimiz olmadan hayatımızı sağlıklı değerlendiremeyiz. Bir olayı direk Asr-ı Saadet‘ten almak ve günümüze uygulamak kadar, uygulama örneklerinin, yüzyıllardaki değişimlerini de incelemek gerekiyor. Selçuklu‘yu, Osmanlı‘yı anlamadan günümüze uyarlamaya çalışacağımız her konu, tecrübesizliğe, aceleciliğe, düşüncesizliğe kurban edilecektir. Hammaddesi acı olan ilacın, kimyasal uygulamalarla tatlandırılması, ambalaj teknolojisiyle hastanın gözünde şifa aracı olmasını sağlamak gibi, sosyal hadiselerin de bu sürecini iyice anlamak ve planlamak zorundayız.
Ucuz düşünceyi bırakmanın yolu, uzun yolu seçmektir. Kestirme çözümlerin, günü kurtarma politikalarının hayatımızı nasıl da beş paralık ettiğine tanık oluyoruz. Tüccar siyasetin, reel politiğin, hayatın değeri yerine fiyatıyla ilgilendiğini acı tecrübelerle yeniden anlıyoruz. Şimdi bu anlayışı anlamlı kılacak siyasetin üretilme vaktidir. Kötünün iyisiyle değil, sadece iyisiyle ve sürekli daha iyisiyle yol almanın vaktidir.
Evet, bu yol uzundur ancak ölüm kadar da yakındır. Biz bu yoldan değil, ölüme kadarki yolculuğumuzdan sorumlu değil miyiz? Dünyanın Allah katında sinek kadar bir değeri olsaydı kafirlere bir damla bile su vermeyeceğini bildiğimiz halde, kovalarla su taşımayı bırakalım. En azından bir avuçla iktifa edelim. Yaşadığımız hayat, yaşamamız gereken hayat mı? Bunun cevabı, "yaşadığımız Ramazan, yaşamamız gereken Ramazan mı" sorusuna vereceğimiz cevapta gizlidir. Bu ayda, bin aydan daha hayırlı bir geceyi aradığımız gibi, bizi yaşadığımız çin malı hayattan kurtaracak kaşıkçı elması siyaseti de aramalıyız. Her arayan bulamasa da, bulanlar ancak arayanlar olacaktır.