Kültür-Sanat

Av Mevsimi‘nden arta kalanlar

Av Mevsimi‘nden arta kalanlar

Abone Ol

Yavuz Turgul‘un son filmi ‘Av Mevsimi‘ne gecikmiş bir yorumdur.

Film ile ilgili kalemden silahlarıyla şarjörünü boşaltanların, insafsızlık konusunda memleketimizin medarı iftiharı olmaları ne acı. Kelimelerin balistiğine bakılırsa, Yavuz Turgul‘un, mütevazılığına bulaşmış sözde kibri bile temiz kalıyor. Bu ülke için bir şey yapmaya gönül vermiş, özellikle sinema gibi zor kulvar bir yerde, insanı kendisiyle yüzleştirmeyi kendine dert edinmiş birilerine karşı ne kadar da acımasız yorumlarda bulunuruz. Yavuz Turgul, Züğürt Ağa, Tosun Paşa gibi filmlerin senaristliğini yapan, Eşkıya gibi Türk sinema sanatının baş yapıtlarından birini bu toprakların insanlarına armağan eden biri. Peki ustalar hata yapmaz mı?.. Yapar. Çünkü onlar da bizim gibi etten ruhtan varlıklar. Film 20 yıl önce çekilmiş olsaydı, film arşivimizde Seven, X-files, CSI‘den örnekler olmasaydı, bir başyapıt olarak hafızamıza konumlanabilirdi. Görsel zihin arşivimizde, Amerikan yapımı polisiye türden kaynaklı bayat bir konu olması, beğeni derecesini düşürüyor. Polisiye türü, Türk sinema sektörü için geç kalınmış bir tür olmasıyla beraber, zamansal olarak yabancı muadillerinin gerisinde kalmasından dolayı film damağımızda beğenmezlik psikolojisi yaşatıyor. Filmde ‘Türkiye‘de neden seri katil yok? ‘sorusu bir anlık ani fren etkisi yapıyor düşünen zihinlerde ve ardından ‘Türkiye‘de neden iyi senaristler az? Türkiye de neden iyi eleştirmenler az? sorularının da karıştığı zincirleme bir  kazanın  aynı cevabı taşıdığı hissi ağır basıyor.

Kabadayı, Gönül Yarası ve en son Av Mevsimi filmi, Eşkıya gibi bir filmin çok uzağında. Usta birinden kalfalık ürünleri izlemek çok garip. Ki Eşkıya filmi Peter Greenaway‘in dünya sineması için söylediği, sinema  tarihimiz yüzyıllık ama daha tek bir film bile çekilmedi cümlesini çatırdatan yapıda bir filmdi. Hatta Türk sinemasını uykusundan uyandırmıştır teveccühünü fazlasıyla hak ediyor. Bütün düşük kalibre (anlam, hakikat arayışı ölçüsünde) filmler Eşkiyanın yokluğuna işaret ediyor. Yavuz Turgul bir röportajında, beklenti ve talebin kendisinin işini zorlaştırdığını ifade etmişti. Bu hakikat, ona kalfalık döneminin filmlerinin etrafında dönmesini açıklayabilir mi? Filmi, kalemlerimizi neşter gibi savurup kesip parçalarına ayırmaktansa, tuvalde bir resim yapmayı sağlayacak bir fırça gibi kullansaydık, benim tuvalimden şu cümlenin resmi çıkardı: Bu film kadar kusurluyuz ve Battal Çolakzade gibi, bazen bir insanın hayatı için bir kaç insanı feda edecek kadar, açıklanamaz derece yanlış işler yaparız. Düşünmeyiz.

"Cesaretimin örnekleri sadece filmlerim kadarsa, bunlar çok cesur filmler değiller. Ben Marquis De Sade, Lord Byron ya da bir Dostoyevski değilim. Onlar karabasanlarla, karanlık koridorlar içinde yürümüş insanlar. Bu çok büyük bir cesaret ister. Kendi insanlığını paramparça yapmak ve oradan tekrar doğabilme cesareti..." diye ifade eden ustamıza şunu söylemeliyiz: Ustam biraz cesaret lütfen, sizin cesarettiniz, sadece Türk sineması için değil, dünya sineması için yeni pencereler açabilir. Siz belki Stanley Kubrick, Bergman, olmayacaksanız, olmayın zaten siz Yavuz Turgul olun... Bu toprakların hala keşfedilmemiş, bir köşede durup filmle hayat bulmayı bekleyen konularını işleyin. O hep aradığımız sinema diliyle bize kendimizi gösterin... İmitasyon(gerçeğin yerini alan sahtelik)‘ten bizi sıyırıp gerçekle hakikatle tanıştıracak bir dille konuşturun varlığımızı. Hakan Albayrak‘ın ve bir çoklarının bahsettiği, yoksul, bilge zararsız doğu hikayelerinden çok daha fazlasına ihtiyacımız var. Sinema deyip geçmemek lazım. Sait Halim Paşa, tiyatro, sinema, müzik gibi sanatsal faaliyetler kullanılarak elimizden alınan kimliklerin, ancak bunlar icra edilerek yeniden kazanılacağını söylerken haklıydı. Semih Kaplanoğlu, Nuri Bilge Ceylan bu dile, yaptıkları filmlerle atıflarda bulunuyorlar. Bu dilin bize bahşedeceği çok şey var. Örneğin kendi varlığımız. Kendi varlığımızı fark edebilirsek, yani hayattayken ölümü tadabilirsek ölümsüz olabiliriz.

Şener Şen ve Cem Yılmaz a değinmek istiyorum. Bizi nedense güldürmelerini bekliyoruz. İkisini de konumlandırdığımız yer bundan başka bir şeye müsaade etmiyor. Şener Şen, komedi üzerine yapılmış tüm baş yapıt filmlerin birinci/ikinci adamı rollerinde. Böyle bir sicili varken, onu nasıl aramıza bir dram/polisiye filminin baş karakteri olarak alacağız. Bazı rollerle hayat bulan karakterler, o rolü canlandıran aktörlerin üzerine sinip kalır. Cem Yılmaz örneğin filmin bir çok yerinde, içindeki güldüren adamı tutmaya çalışıyor. Hatta bunu espri yaparak gizlemeye çalışıyor ki, bir çok sahnede bu haliyle ateşe benzin dökerken enseliyoruz.

Filmin başında, maktul pamukun iç sesiyle hareketli şiirsel bir nehir fotoğrafla bizleri selamlayan Av mevsimi filmi, görsel yönetmeni Uğur İçbak ve müziklerinin bestecisi Tamer Çıra‘yla ruhumuza sinmiş güzel bir filmdir. Bir başyapıt olarak kültür arşivimizdeki yerini almasa da, kimbilir belki de bir başyapıta birkaç film uzaklıkta olduğunu sonraları anlayacağız. Yazıyı filmin son sahnesinde iç sesin bize fısıldadıklarına bırakıyorum. Ölüm bizi bulana dek hayatın kıymetini anlamayanlardanız... Uyanmak için ölmemiz gerek evet.

‘Söz bitti, şarkılar bitti. Ne güz kaldı, ne bahar. Güneş doğmayacak üstümüze artık, yıldızlar göz kırpmayacak. Rüzgar esmeyecek, kar yağmayacak. Denizin kokusunu duymayacağız. Yağmur tepemize değmeyecek. Ne güvercin taklası, ne zeytin tanesi. Ne incirin tadı, ne karanfilin kırmızısı. İyilik de bitti, kötülük de. Aşk da bitti, nefret de. Ne güzellik kaldı, ne çirkinlik. Eza da bitti, cefada. Yaramız artık kanamıyor, çiğerimiz dağlanmıyor. Biz beyazlara büründük, biz gölgesiz kaldık.‘

Teknik inceleme

AV Mevsimi filmine bir de 3 perdeli yapıyla ışık tutalım. Bu yapı başarı olarak hasılatın ölçü alındığı bir çok filmin, özellikle Hollywood yapımı başarılı filmlerin iskeletini oluşturuyor. 3 perdeli yapı, kısaca giriş gelişme ve sonuç olarak Türkçe‘ye çevrilebilir. Serim, fırsat, yeni durum, planlarda değişiklik, ilerleme, dönüşü olmayan nokta, engeller /zorluklar, en büyük aksilik, son hücum, zirve ve sonuç olarak rafine edilir. Şimdi filmi bu adreslere göre değerlendirelim. Film bir odada, elinde tebeşirle kara tahtaya, cinayet, şüpheli, maktul kelimelerinin olduğu görüntüler eşliğinde bir gruba cinayetlerle ilgili ders anlatan, ihtiyarlamış halinden emekliliği yaklaşmış birini tanıyarak başlarız. Aynı grupta, ders anlatan bu adamın yardımcısı ve daha sonra bu ekibe katılacak çömez lakaplı kişiyi tanırız. Avcı lakaplı Ferman (Şener Şen), Deli İdris (Cem yılmaz), çömez (Okan Yalabık‘la) burada tanışırız. Bu serim kavramının karşılığıdır. Ders bittikten sonra, mesaileri bitip evlerine dönmeyi düşünen Ferman (Şener Şen) ve deli İdris, müdürlerinin ormanlık alanda kesik bir kol bulunduğunu söylemesi ve olay yerine gitmelerini söyleyerek fırsat kapısını aralamış oluyor. Ferman (Şener Şen) ve İdris‘in müdürlerinden yardım için yeni personel talep etmesiyle, ekibe çömezi de dahil ederek olay yerine intikal ederler. Olay yerinde, kısa bir gezintiye çıkan Ferman (Şener Şen) bot ve araba lastiği izine rastlar ve fotoğraflarla kayıtlara geçilmesi ister. Olayın planlı bir cinayet olduğu düşüncesine kapılır. Kesik kolun parmak izinden, maktulün 16 yaşında bir kız olduğu anlaşılır. Adresi parmak izinden bulunan maktulün kaldığı eve giden dedektiflerimiz, aynı evde kalan ve barda çalışan birinden, kızın asit Ömer adında bir sevgilisi olduğunu, bu adamın kıza zorla uyuşturucu sattırdığı ve zaman zaman kıza şiddet uyguladığını öğrenirler. Asit Ömer lakaplı kişinin takıldığı bara gidip onun gelmesini beklerler. Asit Ömer‘i sonu silahlı çatışmayla biten bir kovalamacanın sonunda yakalarlar. Nezarete atılan asit Ömer tek şüpheli olarak görülmektedir. Kızın ailesinin evine giden Ferman (Şener Şen) ve ekibi kızlarını babası yaşında bir adam olan ülkenin sayılı zenginlerinden Battal Çolakzade ile evlendirildiğini öğrenirler. Bu adam aynı zamanda kızın babası ve annesinin de çalıştığı köşkün sahibidir. Bu yeni durum olarak açıklanır. Dedektiflerimiz, köşke gidip Battal Çolakzade ile görüşürler. Hareketlerinden zeki ve kurnaz bir adam olan Battal Çolakzade ile ilk görüşmelerinden sonra, ikinci şüpheli olarak onu takibe alırlar. Ayrıca köşkte, hemşire ve doktor gözetiminde genç bir kızın tedavi olduğu gözlemlenir. Bu kızın Battal Çolakzade‘nin küçük  kızı Ceylan olduğunu öğreniriz. Nezarette bir kaç gün yatan asit Ömer‘le yapılan ikinci görüşmede, asit Ömer dedektiflerimize cinayeti Battal Çolakzade‘nin işlediğini ama bunu açıklarsa öldürüleceğini söyler. Asit Ömer ifadesi alınmak için adliyeye götürülürken, maktulün abisi tarafından öldürülür. Ferman(Şener Şen)‘nın gözleri bu olaydan sonra bu cinayeti töre savıyla azmettirici olarak Battal Çolakzade‘den başkasını görmez. Ayrıca maktulün emniyete gelen anne ve babasının birbirine bağırırken yaptıkları konuşmalardan sonra, Battal Çolakzade‘den şüphe etmesinin boş olmadığını anlar. Haklısınız, bunu ilerleme olarak kayıtlara geçirmeliyiz. Ferman (Şener Şen) ve ekibi Battal Çolakzade‘yle görüşür. Battal Çolakzade onlara, gücünün sınırlarını görmeleri için bundan sonraki görüşmeye konuşmaya değmeyecek bir şeyle gelmelerini önererek onları açıktan tehdit eder. Bu dönüşü olmayan nokta olarak açıklanabilinir. Ferman(Şener Şen)‘in bağlı olduğu müdür üst düzey brükrotlardan baskı görür. Müdürü, Ferman(Şener Şen)‘i, şüphelerden çok daha fazlasına ihtiyacı olduğu ve doğru adımlar atması konusunda onu ciddi anlamda uyarır. Engeller / zorluklar  bunlardır. Deli İdris karakterinin, kıdemli bir dedektiften daha çok, mesleğe yeni başlayan acemi birine daha çok yakışacak bir hareketle, Battal Çolakzade‘nin evine gizlice sızar ve Battal Çolakzade‘ye silah zoruyla suçunu itirafa zorlar. Çolakzade‘nin koruması tarafından yanlışlıkla vurulan İdris ölür. En büyük aksilik budur.  Kıdemli dedektif İdris‘in öldürülme anının kamera kayıtlarında, İdris‘in Ferman(Şener Şen) komiserin bakış acınızı değiştirin cümlesini söylerken iki parmağıyla yaptığı hareketi fark edip, olayı çözmek için tekrar harekete geçerler. Köşke yapılan yeni bir ziyarette hasta kızın eski doktorunun adresini öğrenirler. Doktor onları evinde beklemektedir ve cinayette bir şekilde yer almasından kaynaklı vicdan azabından dolayı intihar etmeden hemen önce, onlara bilgisayarı gösterip aradığınız şey orda der.  Ferman ve çömez bilgisayarda, böbrek nakli için kayıtları tutulan kişiler arasında, uygun donör olarak pamuk adında maktulün bilgilerini bulurlar. Burdan hareketle köşke giderler. Bu son hücumdur. Köşkten Battal Çolakzade‘nin ormandaki av evinde olduğu bilgisini alarak ayrılırlar. Ferman(Şener Şen) çömezle av evine gider. Battal onu evin balkonunda karşılar ve ayaküstü kısa konuşmadan sonra ormanın içine doğru yürümeye başlarlar. Ferman(Şener Şen) cinayeti nasıl çözdüğünü anlatır. Battal Çolakzade şaşırmış vaziyettedir. Ferman(Şener Şen) bir kişinin hayatı için, bir çok kişiyi öldürdüğünü acı bir şekilde söyler. Battal Çolakzade, cinayeti nasıl ve neden işlediği anlatır. Ferman(Şener Şen),  Battal Çolakzade‘ye, cinayeti itiraf etmesini, kendini durdurmasını telkin eder. Yanından ayrılıp arabaya yaklaştığında, ormanın  içinden bir silah sesi duyulur. Battal Çolakzade intihar etmiştir. Ferman(Şener Şen) ‘av mevsimi bitti‘ cümlesini söyleyerek arabasına biner. zirve ve sonuç aynı yerde yaşanır.

Yan ve alt hikayeleri bu değerlendirmenin dışında tutuyoruz. Anlattığım bu yapıya uyduğu/uydurduğum ! halde, bu filmi bir baş yapıt adayı yapmaktan alıkoyan şey nedir? Tabii ki senaryodur. Hikayeniz iyidir. Kötü olsa bile, iyi bir senaryo ile filmi kurtabilirsiniz. Hikayeniz iyi ama senaryonuz kötüyse, filmi  önündeki kağıtta 3 tl  yazan  dvd ve cd lerin tezgahına gönderirsiniz. 3 perdeli yapının dışında bazı kavramlara da değinmek istiyorum.

Özdeşleşme: İzleyici tarafından iyi film olgusu içinde en fazla talep gören kavram. Kendisiyle özdeşleşebileceğimiz bir kahraman varlığıdır. Bize benzeyen, onunla sevinip üzüleceğimiz, ona tutunabileceğimiz bir karakter yok karşımızda. Belki eski eşiyle sorunları olan, bir cinayet masası dedektifi için durum farklıdır!

Güçlü sahne: Film için ilk ve son sahneler, yani iç sesin filmin açılış ve kapanış konuşmasıyla sarmaladığı halde, filmle aramızdaki köprülerin yıkılmasına ve bizi karşı kıyıda bırakmasına mani olamayan o güzel, fotoğrafik, müzikle bezenmiş seslerin olduğu sahneler. Nerdeyse filmin bu sahneler için yapıldığını düşüneceğim.

Doruk noktası: Yok gibi. Bizi başından sonuna kadar izlemeye sevk edecek bir senaryo yok çünkü. Biz hikayede hiç kimse için meraklanmıyoruz. Katilin yakalanması bizi mutlu etmiyor. Maktule çok da üzülmüyoruz. Gazetelerin 3. sayfa haberi gibi sıradanlaşmış gözümüzde. Deli İdris karakterinin, cinayet masası ekibine katılan bir aceminin bile acemilik sınırlarını zorlayan, Battal Çolakzade‘nin evindeki odasına gizlice sızması, silah zoruyla cinayeti itiraf etmeye zorladığı o sahne, filmin gök kubesindeki kilit taşının düşmesi olarak kayıtlara geçilmeli. Belki bu sahneye kadar, rutinde giden hikaye, bu sahneyle beraber düşüşe geçti. Bu  sahnenin atılıp yeniden yazılarak çekilmesiyle, film sanki kurtarılabilirdi.