Zincir her zaman şakırdamaz,
bazı zincirler sessizdir —
duvara çarpmaz, yere sürtmez, ayak sürümez,
Yalnızca ağır gölgesini örter üzerlere…
Soğuk bir sabah gibi çöker omuzlara
ve sen sanırsın ki bu ağırlık
seninle doğdu, seninle büyüdü, seninle ölecek!
Yalnızca demirden değildi bu zincirler,
Bazen bir düşünce, bazen bir inançtı,
Öylesine inatla örülmüştü ki bazıları,
Birçok ruh, özgürlükten korktu kaldı.
Bir halkadan ötekine sürgün oldu insan,
ve her adımında, özgürlük daha da yabancılaştı.
Tıpkı karanlık bir taş ocağında,
gün ışığını bilmeyenler gibi…
Kurtulmayı beklerler ama
kimi beklediklerini,
neden kurtarılmaları gerektiğini bilmezler…
Derinlerden bir ses yükselir bazen:
“Uyan” der,
“Çöz kendini bu paslı düş(ünce)lerden!”
Ama ya zincir çözülürse,
ya özgür kalırsa kendisi?
Kim saracak çıplak kalan bileğini
soğuk bir korkudan başka?
Çünkü tutsaklık bir mecburiyetti,
efendisiz yaşayamayanlara…
Demirin tenle bütünleştiği yerde
acının artık hissedilmez olduğu gibi,
Kölelikte bazen bir alışkanlık olur
karanlıklarda kalmış ruhlara…
Kurtarıcılar gelir, ellerinde anahtarlar,
Yüreklerinde umuttan olma ateş,
Paslı zincirleri eritmeye çalışırlar.
Ama gözleri ışıksız kalmış olanlar,
Görmek yerine sadece bakarlar.
Ve anlar kurtarıcı,
tüm zincirler çözülse bile
gölge kalacaktır geride…
Zihne sinmiş, dile bulaşmış,
ruha yapışmış, bakışa gizlenmiş gölgeler...
Ne yazık ki en derin tutsaklık
parmaklıkların ardında değil,
parmaklıkların gerekliliğine inanan yürekte başlıyormuş…
Yine de her yeni gün,
Güneşin inatla yükseldiği gibi,
Özgürlükte doğar zincirlerin tam tepesine,
Gölge kısalır, dağılır ve sonunda kaybolur taşların arasında…
Tutsak ise ilk kez görür ışığı,
İlk kez zincirsiz adım atar,
İlk kez ellerini kaldırır gökyüzüne
ve ilk kez insan-ca yaşamaya başlar.
Zincirler kırılmıştır artık,
Gölgeler ise kaybolmuştur,
Sadece özgürlüğün derin hissi kalmıştır geriye...
İşte bu andı insan-oğlu için insan olmanın başlangıcı...