Diyanet İşleri Başkanlığının, “Kadrajımda ayet var” başlığı altında düzenlediği fotoğraf yarışmasında gençler ayetlerle ilişkilendirdikleri resimleri özenle seçerek Kur’an’ın mesajını sanat aracılığıyla vermeye çalıştılar. Yarışmada ödüle layık görülen resimlere göz atarken zihnim beni yıllar öncesine götürdü ve asırlık ömrünü Trabzon’un küçük bir köyünde geçiren dedemizin duvara sabitlediği Mushaf’ı hatırladım. Tarihi bir mekan, değerli eşyaların saklandığı bir müze gibiydi dedemizin evi. İçeri girdiğinizde gözünüze ilk ilişen şey duvara sabitlenen Mushaf olurdu. Mushaf’ı taşıyan kap, dedemizin annesi tarafından nakışla işlenmiş ve itina ile korunmuştu. Dedemiz her namazdan sonra birkaç ayet okur ve bizlere nasihatte bulunurdu.
Bilirsiniz, Anadolu’da hemen her evin duvarında annelerimizin Ramazan’dan Ramazan’a indirip okudukları bir Mushaf mutlaka olur ve ebeveynlerimiz içeriğini pek önemsemezler ama zahirine büyük hürmet gösterirler Mushaf’ın. Kur’an’ı belden aşağı tutmazlar, gaflete gelip düşürmüşlerse alır üç kere öper ve kabına koyarlar. Rabbimiz Kur’an’ı biz kulların dünya ve ahiret saadeti için indirmiştir fakat büyüklerimiz onu bellerinin üstünde tutar, yüksekte taşırlar ama mesajı ile pek ilgilenmezler.
Dedemiz Mushaf’ın yerinin değiştirilmesine asla müsaade etmezdi ama mahzun da bırakmazdı. Namazlardan sonra açar, birkaç ayet okur ve “Ah bir de anlayabilseydim” derdi. Fakat karamsarlığa kapılmaz, iç dünyasına dalar ve “Allah benden iyilik ister, benim gücüm de zaten sadece buna yeter” derdi. Özüyle sözü birdi dedemizin, cömertti, verdiği sözde durur, dedikodu yapmaz, yapılan yerde de bulunmazdı. Kadınlar birbirlerinin ardından atıp tutmaya başladıklarında hemen araya girer ve yerel şivesi ile vâz-ı nasihatte bulunurdu. Hiç okula gitmemişti, entelektüel bir birikime sahip değildi fakat içinden geldiği gibi konuşur ve muhatabını sıkmazdı. Telaffuz ettiği basit ifadeler dahi insanlar üzerinde derin tesirler bırakır ve düşündürürdü.
Dedemiz doksan yaşını çoktan geçmişti ama tevazudan hiç ödün vermez, ziyaretine gittiğimizde, “Fatiha’yı okuyayım olur ya yanlışım vardır düzeltirsiniz” derdi. Olgun bir insandı, hatalarını söylediğinizde alınganlık göstermez, “Allah razı olsun, benim görmediğimi siz gördünüz” der ve halini düzeltmeye çalışırdı. Çağın kirlerine bulaşmamış ve safiyetini korumuş bir bilgeydi o ve enerjisi ile hepimize güç verirdi.
Hayatını kitaplarla geçirmiş ve ilmi çalışmaları ile kitlelere yön göstermiş hatırı sayılır bir alim değildi dedemiz ancak muhatap olduğu kişiler üzerindeki tesiri bu kişiden daha fazla olurdu. Zira o içindeki zenginlikleri keşfetmiş ve varlığını satır satır okumuş bir şahsiyetti. Kitapların arasında kaybolan nice kişiler kendilerini okumaktan, tanımaktan aciz kalırken o hücrelerini ayet ayet okur ve tefsir ederdi. İnsanın varlığının mahiyetini kavrayabilmesi için ilk evvela kendisini tanıması ve bulunduğu koordinatın farkına varması gerekir öyle değil mi? Zira kitapların satırlarına sığmayan ve kalemin güç yetiremediği merhamet burada yani insanın vicdan evinde yeşeriyor ve bütün insanlığı aydınlatacak bir ışığa dönüşüyor. Dedemizin okuması yazması yoktu ama koskoca bir yüreği ve etrafını ısıtacak kadar merhameti vardı. Ve onun gölgesinden hepimiz istifade edebiliyorduk.