-I-
“Abdullah Bey’e reva görülen terbiyesizlikleri affedemem. Gül’ün adaylığı konusu hataydı, önüne geçtim.”
Reva sıfatının manasını layık, uygun, yerinde, münasip kelimeleriyle veriyor sözlüklerimiz.
Yapılan veya yöneltilen kelimelerinin yerine reva kelimesini kullanmak, eskilerin deyimiyle laletdayin (gelişi güzel) bir durum değildir. Hele cübbemi giyerim ha restiyle daha bir ünlenmiş ve 45-50 yıldır milletin önünde olduğunu hatırlatıp duran bir politikacı ağzından çıkıyorsa.. Burda dikkat çeken bir hesap edilmişlik vardır.
Hem reva görenleri, hem reva görüleni kapsayan affetmeyici olmak büyüklenilmesinin ne hacmi ne de özgül ağırlığı konu olmayacaktı yazımıza, lakin burada olduğumuzu bir kez daha bildirelim istedik.
Bir hukukcu, eski bir Cumhurbaşkanı’nın, anayasal bir hakkını kullanmak istemesine “hata” diyor. Vatanı, muhtemel bir felaketten kurtarmışcasına da engellemekle övünüyor.
16 Bakanlığımızın değişime ve dönüşüme ayarlanması işinin “Eyyy Amerika’nın!...” McKinsey’ine verilmesinin ne manaya geldiğini anlamaya durmuşken bu ülkenin insanları, “Dörtler”den birinin, siyasi konu olarak yontma taş devrinde kalmış bir tartışmayı, cilalayarak devir değiştirmeye kalkması, iktidar partisinin operasyonlarından sayılmalıdır.
Abdullah Gül’ün aday olmasına “Bu büyük bir hata olurdu” diyerek bugün karşı çıkan “Dörtler”in yaşca büyüğüne, karşısında gerçek bir gazeteci olsa idi şu soruyu sorardı: Seçilmesi mi, seçilmemesi midir büyük hata dediğiniz?
Cevabı biz arayalım: Aday olamadı, dolayısıyla seçilemedi halini yaşaması bugün kimsecikleri rahatsız etmediğine göre, kastedilen hatanın varlığını, biz ancak seçilmesi durumunda farkedecek mişiz!
İyi ama, siz onu bir önceki Cumhurbaşkanı’mız olarak seçmiştiniz, dersek ne gam.
Abdullah Gül’ü hataların insanı pozisyonunda anlatan “Dörtler” büyüğü, “Ama affedilir bir hataydı” aklamasından, kendini hatırlatmaya ve anlatmaya geçiyor.
“Ben de çok hakaret gördüm, ama ben dik durdum, cevabını verdim. O cevap vermedi.”
Politika bu ülkede, hakaret görmek için mi yapılır? Maksat halka ve hakka hizmetse… İnsanlar seçtiklerinin, herhalde kendileri ile böbrek üretimi sıvısı yarışında olmasını istemezler. “Cevabını vermek” bu değilse, nedir?
“(Ben) cevabını verdim. O cevap vermedi.”
Bu, üstün olduğumu illa hep benim mi söylemem gerek, sorusunu keşfetmeli ve şöyle bir soruyla karşılık vermeliydi karşısındaki gazeteci yani vazo bey.
“Partinizin sizler adına ürettiği cevaplar yok mu? Verilmesi gerektiği durumlar için hazırlanmış... Verdi, vermedi tartışması ile zaman kaybetmemek için.. Beklenen şarkı vezninde mesela, beklenen cevap…”
“Siyasetçi yanlış yapabilir.”
Son cümlesi bu, “Dörtler” yaşlısının. Bu hükme kendi hayatlarına bakarak varmış olmalılar. İnsanlara, yanlış yapmayan siyasetçi aramamalarını tavsiye ederken, hatalı bulduğu arkadaşı Abdullah Gül’ü “yanlış” yapma suçluluğuna itmesi bir yana, reva göreceklerin önündeki çıtayı da yükseltiyor.
Röportajcı gazeteci nasıl olmalıdır, dersi de verdiğimiz iddiasında bulunacaklara, atladığımız bir örneği hatırlatarak yardımcı olalım. Olaki bizim gençlerimizden de merak edenler vardır.
“Abdullah Bey’in bunu baştan reddetmesi lazımdı.”
Abdullah Gül’ün, adının adaylar arasında sayıldığı anda tepki vremesini, şiddetle reddetmesini isteyen sayın “Dörtler” emeklisine şöyle bir soru sormak yerinde olurdu.
Abdullah Gül’ün o dediğiniz “Red” kararı vermesine, muhakemesinin yetmediğini mi söylüyorsunuz?
Ve hatta gazeteciyim diyen bir kişi, karşısındaki eski politikacıdan “Abdullah Bey’in bunu baştan reddetmesi lazımdı” dediğini duyduğunda, “Size teklif edildi de reddettiniz mi?” veya “Sizin, bana böyle bir teklif gelse de reddetsem” gibi bir hayaliniz mi vardı” sorularıyla ufuk açmalıydı.
Mesela diyoruz yani. Öyle politikacılardan çok öyle gazetecilerimiz olmalı vesaire, vesaire…
-II-
“Ben de çok hakaret gördüm, ama ben dik durdum, cevabını verdim.”
Bir politikacı kendine ait böyle bir cümle ile niçin geçmek ister siyaset tarihimize? Çok hakaret görmek, yüceltici bir sıfat değilken…
Anlatmak istediği acaba, partisinde politika yapmanın bedelinin ne olduğu mudur? Kurucu “Dörtler”den biri iken ve hakaret edicileri, kurduğu partide görev almış, dolayısıyla koltuğa oturmuş, nemalanmış, adlarını gazetelerin köşecisi veya Meclis’ten maaşlılar sınıfına yazdırmışlar iken, buradan nasıl bir övünme durumu çıkabilir?
Gördüğü hakaretleri güncellemekteki hızlarından da bahsetseydi keşke partidaşlarının. Onları yeni bir yarışa sokmamış olurdu.
Egosu şişkin, lüzumsuz adını marka sanan, aşağılamaktan haz alan, kindar, kibirli, intikamcı, tahrip edici, aba altından sopa gösterici, düşman, haddini aşan sıfatlarının hepsini, birkaç dönem milletvekili olduğu partinin “Dörtler”inin en yaşlısı için kullanan biri, gerekçesini de kendini anlatarak açıklıyor: “Ömrümüz bu dava için geçti. İşkenceyse işkence, hapisse hapis..”
Nasıl bir partiymiş bu sizin partiniz? Sorusunu sorma hakkımızı kullanmayacağız artık.
Bu ülkeyi, kendisine de uygulanmış ve hesabı sorulmamış işkence ve hapisler diyarı diye tanımlamaktan gocunmayan, birkaç dönemden sonra eski milletvekili sıfatı almış o kişi, son cümlesinde şunu da diyor: “Defterini dürmesini biliriz!”
Hangi manalar yüklenmiştir bu üç kelimeye? Uzmanlık alanlarının ilanı mı, ıslah olunmasını istemek dualarına uzaklıklarını mı, işi bitenin yakınlaştığı son halinin ne olacağı mı, yoksa hepsi şıkkı mı?
Sizler ne dersiniz?
AZİZİYE
İzmir’in CHP’li belediye başkanı Aziz Kocaoğlu, artık kenara çekileceğini, aday olmayacağını duyurduğunda, İstanbul medyası feryad-ü figanda. Bizi bırakıp nerelere gidiyorsun ey Aziz başkan!
Bir yerel haberi, ülke çapında yürek parçalayıcı isyanla duyurmasına medyamızın, elbette şaşırdı insanlarımız. Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap..
Bu Aziz başkan düşkünlüğünün bir sebebi olmalıydı. Vardı da.. Fenerbahçe’nin Aziz başkanına yaptıkları haksızlıkların altında ezildiklerini ancak hisseder olmuşlardı. İzmir’in başkanı Aziz’e sarılmanın, iç kanamalarını durdurabileceğini, tv’lerin hangi antifenerli yorumcusundan duymuşlarsa artık.
BELKİ UMUT İŞTE
McKinsey Amerikalısına 16 Bakanlığımızın değişim ve dönüşüm ihalesini verilmesini duyduklarında içleri kan ağlayan insanlarımız, acaba aralarında futbol işlerimize de bakan ya da görmeye çalışan spor bakanlığımızın da olduğunu öğrenirlerse, bir nebze sevinirler mi? Sebebi malum...
GELENEKCİLER İSPAT TURUNDA
McKisney’in ülkemize yerleşmesini savunan bir tv kişisi, karşısındakileri abartıcı olarak suçlarken şöyle diyordu:
“Binlerce yıllık devlet geleneği olan bir ülkede, başka türlü olması beklenemez!”
McKisney’in 16 Bakanlığımızda organizasyonlar yaparken, bize karışmayacağını, bizi denetlemeyeceğini anlatan o kişi ve benzerlerine tek bir sorumuz var:
Binlerce yıllık devlet geleneğimizin neresine yerleştireceksiniz şimdi bu McKisney’ciliğinizi; o gelenekte hiç olmadığı hatırlatmamıza da müsaade ettiğinizde yani...
MORRİSON
Siyaset insanlığı öncesinde, Türkiye’de bazı işler üstlenen Amerikan şirketi Morrison Knudsen’in temsilciliğini yapan Süleyman Demirel, muhalifleri tarafından yıllarca “Morrison Süleyman” olarak anılmıştı.
O günler geçti, gitti!
Bugün hiç kimse Amerikan firmasını adıyla anılamaz!
SEN KİMİN DİLLİSİSİN?
Bazı AKP kalemşorları anında tepki verdi McKinsey görevlendirmesi duyulduğunda. Kurulmuş zemberek misali boşalıverdiler. Biri de sayın Dilipak idi o propagandistlerin. Onun yeni halini bakın nasıl anlatıyor haberleştirme şirketleri..
“İktidara yakınlığı ile bilinen…” Yani önce kafanızda genel bir tip oluşsun.. “Kendisinden beklenmeyecek şekilde..” O yakınlığı, siz teslim olmuşluk anlayın.
“Hükumete sert tepki gösterdi” Bu cümlenin türkçe manası da şöyledir: Hükumete, neler oluyor yahu diyecekler, durun ve susun! Sayın Dilipak, siz yapmayasınız diye, size fırsat vermeden yaptı o işi.
“McKinsey’in FETÖ’den farkı yoktur” O sert tepkinin ilk cümlesi böyle. Sizler onun kadar McKinsey ve FETÖ uzmanı olamayacağınıza göre… Sayın Dilipak’la yetinin gitsin!
Yakın ve büyük ustalara mahsustur, dört kelime ile hem McKinsey’i, hem FETÖ’yü, hem de aynılıklarını anlatmak, dili pak olanlara düşer ancak. Teşekkürler, sayın Dilipak’a yönlenmelidir, lay lay lay lay! Eğri kılıç kınında paslanmalıdır.
FETÖ diyerek FETÖ’cüleri niçin okşama ihtiyacı hissetti sayın Dilipak? Biz de bilmiyoruz. Onu dinleyen ve okuyan FETÖ’cüler, bakın gördünüz mü, yine sizin işinize yaradık. Biz olmasaydık, McKinsey’i hangi örnekle anlatacaktı Abdurrahman abimiz size, dediklerinde haklı olacaklardır.
Bir kelimesi daha var sayın Dilipak’ın, niçin kullandığını çözemediğimiz. Öbür dünyanın en korkutucu yerinin yolunu gösteriyor, McKinsey çağırıcılarına. O adresin yolundan başka yol bilmediğini haykırır gibi..
Vazgeçmezlerse desteklediğim partiye ve insana yazık olacak da, demiş sayın Dilipak sultan. Yine yanlış bir tutum var burada. Vazgeçerlerse, benim dediğmi tuttular, benim dediğim oldu, iddiasını gütmeyeceği ne malum. Bu sebep dahi şüphelendirir insanı.
Konuşmasının başında, ortasında ve sonunda, hatta nefeslenmeye durduğu her virgülden sonra “Bu iktidara hep destek oldum” hatırlatmasını yapması, destek olduğu o yerin hafıza problemli olduğunu cümle aleme ilan etmek değilse, neyin karşılığı sayılacaktır.
Ey tepki vermeyi akıllarından geçirmeyi düşünenler! Oturun oturduğunuz yerde. Koyunun olmadığı yerdeki Abdurrahman Çelebiniz işte böyle buyurdu.
HA KEM GÖZLE HA KEM SÖZLE
Ali Koç’u yazıyorlar. Yenilgileri hakemlere sarmadan kabulleniyor, diyorlar. Burdan ne anlamalı herkes; Yenilgilerin onlarsız açıklanamayacağını mı?
****
Süper ligin henüz başları. FB’li bir oyuncu attığı golden sonra kale arkasına giderek seyircisiyle paylaşıyor sevincini.
Hakem beyin elinde sarı kart!
O hafta, attıkları golden sonra tıpkı FB’li oyuncu gibi sevinen diğer takımların oyuncularının hiç birine sarı kart gösterilmemesini, insanlarımıza futbol öğretmek görevlerinin olduğunu sanan tv yorumcuları, değişen FİFA kuralı gereği diye açıkladılar.
FİFA kuralının bir FB maçında eski haliyle kalmasına duyarsız kalan o yorumcuların, bir başka takıma verilen golün gerekçesinin de yeni ve yine bir FİFA kuralı olduğunu öğrendiklerinde itirazları hazırdı: Böyle kural mı olur?
****
FB’li oyuncunun sevincini sarartan o hakem, değişen FİFA kuralını biliyordu ama, o ana kadar sarı kart göstereceği bir pozisyon bulamamıştı. Sarı kart, sadece sarı kart değildi. Mesaj yüklüydü.
FB’li futbolcu, taraftar ve yöneticilerine söylenen şu idi: Başkanınız değişti ama biz buradayız. FETÖ’nün hiç girmediği tek yer olan TFF’nin namuslu yöneticileri ve namuslu MHK’sı size diyorki: Hakkınızdaki kararımız hiç değişmedi!
Mesaj dediğin tek taraflı olmaz. FB’nin o günkü ve daha sonraki haftalarda rakiplerine de mutlaka bir şeyler söylenmeliydi… O günün ve sonrasındaki rakiplerinin itirazsız itaatkarlığı yayıncı firma kayıtlarındadır.