Metro istasyonundasınız. Yenikapı’ya giden treni bekliyorsunuz. Son bir dakika. Tren geldi gelecek. Sarı çizgi arkasında ani bir hareketlilik. Herkes kendini kapı istikametine göre hizalamaya çalışıyor. Genç, yaşlı, çocuk, kadın, engelli engelsiz gardını almış bir biniş düzeni oluşturuyorlar. Tren durur durmaz, daha inecekler inmeden kendilerini içerideki boşluğa atacaklar. Atmak bile denmez buna kendilerini boşluğa fırlatacaklar demek daha doğru olur.
Bütün telaş inen birinin boşalttığı koltuğu herkesten önce davranarak ele geçirmek için. Çok şey değil, sadece bir hamle gerekli buna. Kendini boşluğu yararak önceden hizalanan şekilde koltuğa doğru fırlatmak. Öndeki iki genç bakışlarıyla gözlerine kestirdikleri koltuğu arkadaki yolculara işaret edip konum atıyor gibi. Koltuk bütün yolcuların gözünde birden bambaşka değer kazanıyor. Genç adam tanımadığı genç kadını o bir dakikalık zaman aralığından yararlanıp süzerken ‘ben sana koltuk çıkarım’ demek istiyor sanki. Herkesin yüzü haddinden fazla okunaklı. Karşıdaki hareketli ve ışıklı panoda öküzün terene baktığı gibi gelen trene bakan bir inek “tren geliyooor” diye ünlüyor. Belli ki ünleyen bu inek çok zamandır ünlü bir inek. Bir anda inenler binenlere, binenler inenlere karışıyor. Yaşlı bir adamın bastonu sıkışıyor otomatik kapıya. Çocuk arabasını kapıdan zorlukla geçiriyor bir anne, çocuk düştü düşecek. Herkesin yüreği ağzına geliyor, kapının en önündeki üç yolcu hariç. Çünkü onların yürekleri boş olan koltuğa bir an önce yerleşmek için çarpıyor. Aynı anda aynı koltuğa doğru koşarcasına yürüyor üç yolcu. En şişman olanı geride kalıyor. ‘Ah!’ diyor ‘ah bu kilolarım!’ geride kalan adam. Koltuğu kapan adam hızla önce kalabalığı, sonra karşıdaki monitörü sonra da tavanları süzüyor. Bütün bunlar bir dakika içinde oluyor. O ortada tutunacak bir yer bulmanın sevinci yüzünden akan sizsiniz. Bir koltuğunuz yok, lakin düşmemek için bir demire tutunma şansı yakalamışsınız.
Bir anda nasıl da sınıflı bir toplum prototipi oluşturuveriyor halkımız.
Yaslanmaya ve yayılmaya müsait bir koltukta oturanlar, iki koltuk arasında üçüncü bir koltuğa sıkışırcasına ilişenler, oturan adamın reflekslerini izleyerek ‘kalksın da ben oturayım’ beklentisi ile son durağa kadar ayakta bekleyenler, ayakta tutunacak kayış bularak kendini şanlı hissedenler, kapı aralığına sıkışıp orada mıhlanarak inebilme şansını bile yitirenler ve inmeye davranıp kalabalık barikatını aşamadan oracıkta inme geçirenler… Hepsi toplumsal sosyo-ekonomik katmanların resmigeçidi gibi. 28 Şubat’ın sene-i devriyesi 20 yılında geldiğimiz noktayı bu metafordan daha net anlatabilecek başka bir şey var mıdır bilmiyorum. Treni yakalayanlar, treni kaçıranlar ve treni kovalayanlar aynı istasyonda bekliyoruz. Kapıya yakın duranlar, kapı kulları, kapıdan kovulanlar, kapıya sıkışanlar hepimiz aynı trendeyiz. Koltuğu hazır olanlar, koltuk kapmaca oynayanlar, koltuk çıkılanlar, koltuk kavgasında galip ya da mağlup olanlar aynı kıbleye dönüp farklı hedef ve heyecanlarla yaşamayıp gidiyoruz. Trende yaslanacak köşe bulanlar, köşeyi dönenler, köşe kapanlar, ters köşe olanlar, tutunacak yer bulanlar ve tutunamayanlar Büyük Türkiye hedefine birlikte yürüyoruz. Not: Bazıları bu hedefe yürümüyor, arabayla ya da uçarak gidiyorlar.
Yaşlılara yer vermek mi? O sadece okunası bir değerler manzumesi, hayatta bir karşılığı yoktur. Yer almak, yer açmanın ve yer vermenin her zaman önünde seyretmektedir.
Engellilere hürmet mi dediniz? O nasıl söz(!?) millet zaten birbirini engelleyerek ulaşıyor gözüne kestirdiği koltuğa. Bir makama ve mevkie gelmesi elbirliği ile engellenerek engelli hale getirilmiş insanlarla doludur cemiyet. Hamile bayanlara, çocuklara ve gazilere binme önceliğinden mi bahsediyorsunuz? Geçiniz efendim. Bu istasyonda insaf, izan ve vicdan gelen ilk trene bindirilerek belirsiz bir yere doğru yolcu edilmişlerdir. Bunların olsa olsa binme değil, inme önceliği olabilir.
Önümüzden sürekli yük vagonları geçiyor, el sallamasız kara trenler. Taşıdıkları yük düne ait ne varsa o. Dünden daha büyük.
Kartımızı makineye hürmet ve minnetle dokunuyoruz. Gelen ses bir umutsuzluk olup içimizin rutubetli kuytu bir köşesine oturuyor: Yetersiz bakiye!!!