Aile & Yaşam

Yeni Düşünce Dünyasıyla Yüzleşme ve İslam Felsefesinin Altın Çağına Dönüş

Düşünme becerisi ve varoluşla ilgili sorulara cevap verme becerisi, insanın ayırt edici özelliklerindendir. Biz tabiatımız gereği soru soran varlıklarız ve âlemin yaratıcısı, bu yeteneği bize emanet etmiştir ki hakikati keşfetmekten ve gerçekliği anlamaktan zevk alalım.

Abone Ol

Türkiye’de Esfâr-ı Erbaa Kitabının Yayınlanması Bahânesiyle

Seyyid Kasım Nazemi

Düşünce ve tefekkür tarihi, mantıksal, aklî, keşfî ve sezgisel deneyimlerle doludur. İnsan, yaratılışının ilk günlerinden itibaren düşünme araçlarına başvurarak varlığı, yaşamı ve ölümü anlamlandırmak için açık cevaplar bulmaya çalışmış ve bu yolla hakikatin derinliklerine ulaşmayı hedeflemiştir. Bu çabalar, çeşitli ekol ve düşünce okullarının ortaya çıkmasına ve bilimsel etkileşimlerin şekillenmesine yol açmıştır. Elbette bu süreçte ilahi dinlerin yol göstericiliğini de görmezden gelmek mümkün değildir.

Bugün hikmet, felsefe ve genel olarak düşünme becerileri diye adlandırdığımız şey, insanlığın ortak mirasıdır. Tarihî ya da millî bir taassuba kapılmadan söylemek gerekir ki bu değerli miras, farklı milletlerin biriktirdiği ve birbirine aktardığı tecrübe, bilgi ve sezgilerin sonucunda ortaya çıkmış ve paylaşılagelmiştir. Elbette bazı milletlerin bu konuda farklı bir yetenek, güç ve geçmişe sahip olması doğaldır ve dolayısıyla daha yüksek bir konuma yerleşmişlerdir. Ancak tarihsel araştırmalar dışında, bu farklılıklar üzerinde aşırı durmak, sadece taassubu körüklemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.

İslam dünyasındaki felsefî ve hikemî gelenek de bu kuralın dışında değildir. Bu gelenek, Kur’an, Peygamber’in hadisleri ve Ehlibeyt’in öğretilerinden; ayrıca Yunan felsefesi mirası ile Doğu’nun felsefî ve hikemî ekollerinden yararlanarak, uzun ve zorlu bir yolculuk sonunda bir bina inşa etmiştir ki, bu yapının zirvelerini Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, İbn Arabî, Sühreverdî, Molla Sadrâ ve diğer düşünürler fethetmiştir. Ancak açıktır ki Batı’daki Rönesans dönüşümleri, Batı'nın kültürel ve entelektüel üstünlüğü bir yandan; Doğu dünyasının bu değişimler karşısında içine düştüğü teslimiyet ve hayranlık öte yandan, İslam dünyasının felsefî ve düşünsel geleneğinin gelişme ve yükseliş seyrini duraksatmış ve onu yeni temel sorulara cevap vermede yetersiz hale getirmiştir.

Bu dönemde, birkaç cılız çaba dışında felsefe alanında kayda değer bir gelişmeye tanık olmuyoruz ve en iyi ihtimalle İslam felsefesi geleneği kendi tekrarına meşgul olmuştur. Ancak İran’da İslam Devrimi’ne giden yıllarda düşünceye ve İslam felsefesine yöneliş, Allame Tabatabai, Allame Caferi ve İmam Humeynî gibi isimlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış; böylece felsefe durgunluktan ve yalnızlıktan çıkarak bilim çevrelerine adım atmıştır. İslam dünyasının geleneksel ortamının uyguladığı bazı sınırlamalara rağmen, felsefe ve düşünme becerileri bu dönemde yeniden canlanmıştır. İslam Devrimi’nin zaferinden sonra ise, Doğu ve İslam felsefesi geleneklerine yeniden yöneliş, yeni bir söylemin doğmasına yol açmış; İslam hikmetinin eserleri gizlenmişlikten kurtulmuş ve Müslüman filozoflarının yüzündeki toz silinmiştir. Bu durum, İslam felsefesinin yeniden dirilişi için bir başlangıç olmuştur. Yeni soruların ortaya atılması, geleneğin eleştirisi ve İslam felsefesinin genel çerçevesinin yeniden sorgulanması bu dönemin önemli sonuçları arasındadır.

Aynı zamanda artık, bu kadim fakat yeniden filizlenen düşünce ekolünün hem insan merkezli ve materyalist modern Batı felsefeleriyle hem de diğer dinlere dayalı felsefi akımlarla yüzleşerek kendi geçmişine dayanıp yeni sorulara yeni cevaplar üretme zamanı gelmiştir.

Bugün, İran’daki İslam Devrimi’nin üzerinden kırk yılı aşkın bir süre geçtikten sonra, felsefenin kökleri güçlenmiş ve bu ulu ağacın dalları diğer toplumlara da uzanmıştır. İslam dünyasının akademik ve üniversite çevrelerinde bugün felsefe ve hikmete gösterilen ilgi, bu uyanışın açık bir göstergesidir. Bunun nihai hedef olmadığı açıktır; zira felsefenin amacı, varlığın mahiyetini sorgulamaktır ve bu, tükenmeyen ve sürekli yinelenen bir sorudur. Felsefe, sürekli düşünme ve cevap arayışı hâlinde olmak zorundadır; bunun gereği ise şüphe, soru, inkâr ve tecrübe ile iç içe bir yaşamdır.

Yeni dünyayla karşı karşıya olduğumuz bugün, yeni sorulara cevap verebilmek için farklı düşünce alanlarıyla bilimsel bir alışverişe ihtiyaç duyuyoruz. Bu yolculukta yeni felsefelere ve diğer kültürlerin seçkin filozoflarına yönelmekten başka çaremiz yoktur. Eserlerin tercümesi, diyalog, tartışma ve hatta fikrî münazaralar, bizi İslam felsefesinin altın çağına dönüş için hazırlayacaktır. Bu kutsal yolun başlangıç şartları şunlardır:

1. Doğu’nun ve İslam dünyasının felsefî mirasını anlamak ve onunla beslenmek,

2. Özeleştirir yapmaktan ve başkalarını eleştirmekten korkmamak,

Ve üçüncüsü: felsefe yapma ve düşünme becerilerini geliştirmek ve felsefi talebeler yetiştirmek.

Bu yolla İslam dünyasının büyük filozofu Molla Sadrâ’ya ve eserlerine yönelmek, bizi İslam ve İran’ın felsefi sistemine yeniden bağlayabilir. Çünkü o, cesur eserleriyle önceki felsefe ekollerini bir araya getirmiştir. Molla Sadrâ’yı Doğu ve İslam dünyasının yenilikçi filozoflarından biri olarak tanımak ve yeniden keşfetmek, felsefe öğrencilerini yeni bir âlemle karşılaştıracak ve onların felsefi zevklerine yeni bir renk katacaktır.

Nasıl ki Kant, Descartes, Hume ve Habermas’ın eserlerine ihtiyaç duyuyorsak; Sühreverdî, Molla Sadrâ, İbn Sînâ, Farabî, Konevî ve Allame Tabatabai’ye de ihtiyaç duyuyoruz. Ancak bu şekilde düşüncelerin karşılaşması ve rekabetinden, güçlü filozofların ve derin felsefi eserlerin doğuşuna tanıklık edebiliriz.

Molla Sadrâ’nın değerli eseri el-Esfârü’l-Erbaa’nın Türkiye’de tercüme edilip yayımlanması, bu bağlamda yerinde ve gerekli bir adımdır. Molla Sadrâ Türkiye’de bilinen bir filozof olsa da, bugün artık bilmekten çok anlamaya ihtiyacımız vardır; çünkü anlamanın ardından yeni filizlenmeler ortaya çıkar. Ortak medeniyet ve tarih bağlarımız göz önüne alındığında, Türkiye’deki ilmî kurumların bu tür eserlerin yayımına açık yürekle destek vereceği umulmaktadır.