Yavuz Sultan Selim, tahta çıktıktan sonra Yeniçeri
ocağının disiplinine son derece titizlik göstermiş, bu sebeple yeniçerilerin
sakal bırakmalarını yasaklamış, kendisi de sakal salıvermemiştir. Tahta çıktığı
gün ocak defterini getirtmiş, adını birinci tabura 1 numaralı nefer olarak
yazdırtmıştır ki, bu gelenek ocağın lağvına kadar üç yüz sene sürecek, her
Osmanlı Padişahı Yeniçeri Asker Ocağı nın 1 numaralı neferi olacaktır. Bu koca
sultan necip İslam milletine yeni bir hareket, yeni bir hayat, yeni bir kan
bahşetti. Zamanın âlimleri onun siyaset sahasında asrının mücedditi olduğunu
ittifakla ifade etmişlerdir. Osmanlı padişahları içerisinde bazı özellikleri
ile Hz. Ömer e en çok benzeyen kişi olarak tanınmıştır. Askerleri kendine
bağlıdır. Samimi ve yürekten. Öl dese ölürler bu babayiğit padişah için.
Çaldıran Savaşı sırasında harp istişaresi yapılırken, komutanların sesleri
çıkmaz. Buna dayanamayan Abdullah isimli bir yeniçeri atılarak: Padişahım ne
durursun, Allah ömrünü uzun, kılıcını keskin etsin! Biz gittiğin yere kadar
gider kaldığın yerde kalırız. der. Bu kadar gazaplı, öfkeli diye tanıtılan bu
padişahımız askerlerine, çocuklarına gösterdiği itinayı gösterir, onlarla
sırası gelir güreş tutar, sırası gelir aralarına girip, yer içerdi. Onların
ekmeklerini ortalarına oturarak seve seve paylaşırdı. Cengâverleriyle beraber
iç içeydi her zaman. Mısır fethedilmiş ve ordu Kahire ye girerken, halk
sokakları doldurmuş, camlara çıkmış, Yavuz u merakla beklemektedir. Yavuz u çok
değişik zannediyorlar, giyiminin ve kavuğunun etrafındakilerden farklı ve
şatafatlı olacağını düşünüyorlardı. Yavuz ise, önde değil, cengâverlerinin
ortasında idi. Elbiseleri ve kavuğu, onlardan farklı değildi. Ve önüne bakarak
mütevazı bir şekilde yürüyordu.
Ey Selim, dünya padişahlığından maksat bir şan ve
şöhrettir. Bu murdar dünyaya hiç rağbet edilir mi Biz onu kaale bile almayız.
(Yavuz Sultan Selim, Yavuz Sultan Selim Divanı, çev. Ali Nihat Tarlan, s. 81.)
VAKIF KÜTÜPHANELERİNİN TEMELİNDE YAVUZ UN KİTAP SEVGİSİ
VAR
I. Selim, kitap düşkünüydü. O devirde saray kütüphanesine
ait kıymetli kitapların saklandığı Hizâne-i âmire koleksiyonunu daha da
zenginleştirmek için uğraştı. Müeyyedzâde nin ölümünden sonra onun
kütüphanesinde bulunan ve 7000 eserden oluştuğu rivayet edilen kitaplarını bir
bir tespit ettirip, kıymetli olanlarını bu koleksiyona katmıştır. Mısır ın
fethi sonrasında Memlûk sultanlarının kendilerine özel kütüphanelerini ganimet
olarak İstanbul a getirterek Hizâne-i âmire koleksiyonuna katmıştır. Halep
Kalesi nde bulunan kitaplar içinde kıymetli olanlarını da seçtirip
koleksiyonuna dâhil etmiştir. Yavuz devrinde; Mevlânâ Bâli İstanbul da, Şeyh
Süleyman mahallesinde inşa ettirdiği mescidde, Sinan Paşa nın kardeşi Ahmed b.
Hızır Bey de Bursa da yaptırdığı medresesinde ve Edirne de de Hasan Halife b.
Ahmed gibi önemli şahsiyetler de padişahları gibi kitaba önem verip,
kütüphaneler kurmuşlardır. Yavuz un eşi Hafsa Sultan da Manisa da yaptırdığı
dârü ş-şifâ ve caminin yanında birer kütüphane de kurdurmuştur. Yavuz un annesi
adına Trabzon da yaptırılan külliyede de kütüphane mevcuttur. Sayın İsmail E.
Erünsal Beyefendi bu konu ile ilgili şöyle demektedir Osmanlı Vakıf
Kütüphaneleri isimli kitabının 129. sayfasında: Bu Osmanlı Sultanının kitap
sevgisi ve merakı gerek yeni fethedilen Suriye, Mısır gibi ülkelerden gelen ve
gerekse de sahiplerinin ölümüyle dağılan özel kütüphanelerden temin edilen
kitaplarla sarayda büyük bir koleksiyonun teşekkülüne yol açmış ve böylece daha
sonraki devirlerde Osmanlı Padişahları tarafından kurulacak olan birçok vakıf
kütüphanesinin temeli atılmıştır.
Ey Selimî, aşktan başka kimsenin himayesini dileme;
cihanı feth için dilimizin kılıcı (şiirlerimiz) bize kâfidir. (Yavuz Sultan
Selim, Yavuz Sultan Selim Divanı, çev. Ali Nihat Tarlan, s. 176.)
KIVRAK ZEKÂLI PADİŞAH
Ordunun Mısır diyarındaki kalış süresi uzadıkça; divan
görevlileri ve devlet ileri gelenleri vatan hasretiyle tutuşup tütmeye
başladılar. Ama bu özlemlerini padişaha bir türlü dile getirmeye cesaret
edemiyorlardı. Bu yüzden padişahın çok sevdiği hocası Kemalpaşazâde ye: Ne
zamana kadar bu yabancı ellerde kalacağız. Biz bunu padişaha söyleyemiyoruz,
siz bunu güzel sözler düzerek süsleyip bir söyleseniz diye yalvardılar. Bu
ısrarlar üzerine kabul etti Yavuz la konuşmayı. Bir gün padişahla beraber
atların üzerinde sohbet ede ede giderlerken sözü döndürüp dolaştırıp konuya
getirdi. Padişah Memlekette ne var ne yok Etrafta neler konuşuluyor der
demez; baklayı ağzından çıkardı: Hünkârım her şey yolunda iyi hoş da geçen gün
askerlerin Nil de hayvanlarını sularken bir türkü çağırdıklarını işittim,
türküde şöyle diyorlardı:
Nemiz kaldı mülk-i Arab da / Nice bir dururuz Şam ü
Haleb de
Cihan halkı kamu iyş ü turabda / Gel, ahî gidelim Rûm
illerine.
(Bizim Arap mülkünde ne işimiz kaldı / Şam ve Halep te
daha ne bekleriz
Cihan halkı padişahımın adaletli idaresi altında zevk ü
rahatında yaşamaktadır./ Gel ey kardeş artık Rum illerine, ülkemize dönelim.)
Bu dörtlük Yavuz un çok hoşuna gitmişti. Kemalpaşazâde ye
kendisinin de İstanbul a gitmek niyetinde olduğunu söyledi. Ancak anlamıştı bu
dörtlüğü doğaçlama yapıp söyleyiverenin asker değil de Kemalpaşazâde olduğunu.
Anladığını da sezdirmedi. Ancak, İstanbul a geldikten sonra bu dörtlüğün
hesabını sordu Kemalpaşazâde ye. Ama ince bir nükte ile Kıvrak zekasıyla
konuyu onun Mısır da söylediği dörtlüğe getiriverdi. Nasıl mı Çok sevdiği
hocası Kemalpaşazâde ile bir gün, yine at üzerinde ve yine sohbet ederek
gitmektedirler. Ona Kemalpaşazâde nin hocası Molla Lütfi ile ilgili bir soru
sordu: Hocan Molla Lütfi bu kadar bilgili iken neden öldürülmüş ola ki
Kemalpaşazâde açıkladı: Hünkarım, hocam çok bilgiliydi ancak latifeleri gerçek
gibiydi. O şaka yapardı, karşısındakiler gerçek gibi anlarlardı, o yüzden.
dedi. Padişahın eline fırsat geçmişti, sordu: Siz, ya siz de üstadınız gibi
böyle gerçek gibi latife söyleyebilir misiniz Kemalpaşazâde: Hünkârım, biz
bu nöbetimizi (sıramızı) geçenlerde savmıştık der demez, Yavuz taşı gediğine
koydu: Yoksa geçen gün söylediğin türkünün sözleri senin miydi Kemalpaşazâde:
Evet padişahımın sezinlemesi, kavrayışı, doğrudur deyip, Yavuz u selamladı.
Ancak böyle yüksek sezgili zeki padişahın, böyle yüksek sezgili zeki hocası
olur. Saraya geldiklerinde Kemalpaşazâde nin bu dürüstlüğünden dolayı ona beş
yüz filori armağan gönderdi.
PADİŞAHLARININ SARAYDA OLDUĞUNA ŞAŞIRANLAR
Artık İstanbul a dönülmeliydi. Zeki ve güçlü kumandan
Yavuz, 10 Eylül 1517 de Kahire den İstanbul a dönerken:
Gönül ister ki, Afrika nın kuzeyinden Endülüs e çıkayım
ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul a döneyim! diyerek doyumsuz fetih
arzusunu dile getirirken, gerçek bir Müslümanın ufkunun ne kadar geniş olması
gerektiğini de ortaya koymuş oluyordu.
Toprakları iki kat büyüten, Hâdimü l- Haremeyn ve halife
olan bu büyük kahraman hükümdar artık payitahta dönüyordu. Halk heyecanla
bekliyordu padişahlarını. Hazırlanmışlardı aylardır bayram yapmak için bu kutlu
dönüşe. En şaşaalı tören düzenlenmişti. Payitaht karşılamak için bekliyordu
padişahını. Ancak bir şeyi gözden kaçırmışlardı. Padişahlarının güçlü
sezgisini. Yavuz Sultan Selim bütün bunları tahmin ettiği için yol boyu planını
yapmıştı. Devlet işlerinde gösterişli, cengaver olan bu şanı büyük padişah,
hususî hayatında, mütevazi, utangaç, sessiz biridir. Bu yüzden böyle şaşaalı
törenlerden çekinmektedir. Tabii bir de nefsinin azmasından, mağrur olmasından,
kibirlenmekten de korkmaktadır. Bir yandan zaferleri kazanırken diğer yandan
nefsine yenilmek endişesi vardır yüreğinde Bütün bu sebeplerden dolayı gündüz
İstanbul a gelmemiştir. Geceyi beklemiştir. Gecenin sessizliğinde, usulca bir
kayığa binip, süzülüvermiştir saraya. Debdebesiz, şaşaasız Sabahleyin tören
için toplanan halk ve devlet erkânı öğreniverirler ki mübarek padişahları
sarayda.
Halife Yavuz Sultan Selim
Yavuz un İstanbul a gönderdiği Ezher Medresesi âlimleri
yani Arap Uleması, Türk uleması ile birlikte İstanbul da bir toplantı yapar. Bu
toplantıda halifeliğin Sultan Selim e devredilmesi lehindeki dini esaslar tek
tek tesbit edilir. Sonra, Halife III.Mütevekkil Alâllah, Ayasofya Camii nde
minbere çıkıp, hilafeti Yavuz Sultan Selim e devrettiğini ilan ederek
sırtındaki halifelik hil atini çıkararak elleriyle bizzat kendisi Yavuz a
giydirir. Böylece halifelik Osmanlılara geçmiş olur. Bir rivayete göre de
Yavuz, Eyüb Camii nde yapılan bir törenle, hilafet kılıcı kuşanmıştır. Namık
Kemal (1301:348). Evrâk-ı Perişan da: Sultan Selim, Abbasî halifesi olan III.
Mütevekkil i İstanbul a getirip hilâfet hakkını Osmanlı hanedanına bırakarak
sadece ruhanî başkanlık biatini ilga etmiştir. Bu da kendisinin hem İslâm ı
cem etme, hem de âleme hâkim olma maksadına en büyük bir temel olmuştur
şeklinde ifade eder. İstanbul ve Edirne yi makarr-ı hilâfet olarak niteleyen Hoca Sa deddin, Ayasofya
Camii nde yapıldığı rivayet edilen merasimden Libâs-ı hilâfeti istihkak ile
telebbüs eylemişken dervîşâne kisvet ve libâsı ihtiyar etmişti şeklinde
bahsetmiştir. Halifelik Yavuz Sultan Selim le tarihe yazılmıştır. Ve tarihçiler
arasında da tartışıla gelmiştir hilafet Yavuz a devredildi mi devredilmedi mi
diye. Ama ondan önce de bu unvan Selçuklularda hatta Abbasilerde hükümdarlar
tarafından kullanılmıştır. Hatta hatta Yavuz dan önceki Osmanlı Sultanları da
bu unvanı kullanmışlardır. Sultan I. Murad gönderdiği Fetihnâmelerde Halife
unvanını kullanmıştır. Hakeza II. Bayezid de. II. Bayezid e A nî
Emirü l-mü minîn Halîfe-i bi-l-bâhire denilmiştir. Yavuz un tahta çıkışını
tebrik eden kız kardeşi İlaldı Sultan da mektubunda ona Cenâb-ı saltanat-
meâb-ı Hilâfet-âyât diye hitab etmiştir. Hafsa Sultan da eşi Yavuz a halife
diye seslenmektedir mektuplarında. Yavuz a Halife diyenler yalnız Osmanlılar değildi. İranlılar, Araplar,
Yemen ve Habeşliler dâhil herkes kendisine halife diye hitap edip
halifeliğini kabul ediyorlardı. Zaten Mekke ve Medine nin Osmanlıların himayesi
altına girmesiyle Osmanlılar Müslümanların ve Müslüman ülkelerin hamisi
olmuştur Müslümanların gözünde. Yavuz la başlayan bu halifelik, diğer
padişahlarla devam etmiştir. Osmanlı Devleti nin değerli tarih kaynaklarından
olan İbn. Kemal in Defter isimli 10 ciltlik eserinde Yavuz Sultan Selim ile
ilgili bilgiler de bulunmaktadır. Çünkü Yavuz, İbn Kemal i bizzat kendisi Mısır
Seferine götürmüştür. Muhtemelen bu seferde olup bitenler arasında hilafetin
devri meselesi de vardı. Ancak ne yazık ki 1512 ile 1520 yıllarını ihtiva eden ve İbn Kemal in diğer ciltlerinde VIII. Defter diye bahsettiği ve Yavuz Sultan Selim in Mısır Seferi ni ihtiva eden bu VIII. Defter
kayıptır ve maalesef hala bulunamamıştır. Diğer ciltlerin olup da bu VIII.
Cildin olmaması akıllarda bir soru işareti de bırakmıyor değil. Kim bilir bu
defterde belki de hilafetin devri konusu işlenmişti. Belge olabilecek nitelikte
olduğu için de belki bilerek saklandı veya yok edildi. Onca entrikanın döndüğü
hilafet meselesi Müslümanlar için olduğu kadar Hristiyanlar ve diğer devletler
için de önemliydi çünkü... Müslümanların ve de Türklerin güçlenmesini hele de
bu yönüyle güçlenmesini kaç yabancı ister ki Meşhur Osmanlı devlet adamı ve
tarihçi Lütfi Paşa nın (1488 1563) 1554 de birçok seçkin ilim adamıyla müşavere
ederek yazmış olduğu Halâs ül-ümme fi ma rifeti l-eimme adlı eseri,
Osmanlı nın Hilâfet Kurumu nu Abbasi soyundan gelen en son halife
Mütevekkil den devraldığını gösteren resmi değeri olan bir belgedir. Resmi belge
arayanlara, sadece bu risâlenin mevcudiyeti bile aslında yeterli olmalıdır der
Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, İstanbul, OSAV Yayınları, 1992,
C.V,s.270, sayfasında Halifeliği devraldı mı almadı mı konusunda yapılan
tartışmalar bazı tarihçilere göre de yersizdir. Çünkü hilafetin törenle
devredilmesine gerek yoktur. Hilafet şartlarına göre, İslam davasına sahip ve
kudretli Osmanlı sultanlarının fiilen olduğu gibi hukuken de halife olmaları
gerekir Yani Kılıç hakkı olarak adlandırılan ve güç kimin elindeyse hilafet de
onun hakkıdır demektedir bazı tarihçiler. Ancak Yavuz gibi gösteriş ve süsten, şatafattan hoşlanmayan bir padişaha
Hâdimü l- Haremeyni ş- Şerîfeyn olmak halife olmaktan daha önemlidir. Yavuz Sultan Selim in hilafeti devralıp
almadığı yüzyıllardır tartışıla gelmiştir. Oysa o Hâdimü l- Haremeyni ş-
Şerîfeyn unvanını Halife unvanının yerine kullanmaktaydı. Yavuz ve diğer
padişahlara göre o mukaddes yerlerin hadimi olmak şerefli bir iştir. Halife
demek de zaten İslamiyet e dolayısıyla o kutsal yerlere de hizmet eden değil
midir