Yavuz Sultan Selim - I. Selim- Selimî - 10: Sen İskender makamısın

Abone Ol

Padişah, Şah’ı yenerek Tebriz’e girmiştir girmiş olmasına da Şah İsmail’in tamamen yok edilmesini arzulamaktadır. Bu yüzden Şah İsmail’in peşini bırakmayarak, onu aratmaktadır dağ taş. Onun için savaş bitmemiştir. Diğer taraftan Şah İsmail de elçiler yollayarak af dilemekte, anlaşmak istemektedir Sultan Selim’le. Elçiyle gönderdiği mektupların birinde: “Sen İskender makamısın. İskender Acem mülküne gelince ehline yumuşak davrandı, kerem gösterdi. Acem mülkünü muhaliften temizleyince hepsini cemaat liderlerine teslim etti. Bu yandan hizmetkârlık yolunu tercih ediyorum, senin İskenderliğin de şaşırtıcı olmaz.”  gibilerden övgüler düzerek bir yandan padişahın gönlünü almaya çalışıyor, diğer yandan da onu oyalıyordu. Oyalıyordu çünkü Osmanlılara karşı ittifak kurmaya çalışıyordu. Kiminle Haçlılarla. Tarihimizde hep dikkat ediyorum Şiîler veya İranlılar veya bazen Müslüman olduklarını ifade eden Fâtimîler, Haşhaşîler nedense Müslümanlara karşı hep Haçlılarla ittifak etmişlerdir. Sünnîlere karşı ittifak. Ama hiçbir Sünnî Müslüman Devleti onlara karşı Haçlılarla ittifak etme, birleşme yoluna gitmemiştir, ne garip bir tezat değil mi İki Müslüman ülke ve her defasında Haçlılarla ittifak eden Şiîler, Alevîler. Yok, yok inanın burada bir Şiî-Alevî- Sünnî çatışmasını körüklemiyorum. Yalnızca onların tarih boyu yaptıkları yanlışları sorguluyorum üzülerek. Şiîlerle ve İran’la biz yüzyıllar boyu çekişmişiz. Savaşmışız. Bu mesele Yavuz’la ve Şah İsmail’le kapanmamış. Şah İsmail ve sonradan gelenler bir meydan savaşına daha cesaret edememiş ama vur-kaç taktikleri ile Osmanlı’yı doğuda daima meşgul etmişlerdir Şah İsmail ve halefleri, Türkiye (Osmanlı), Türkistan (Şeybâni), Hindistan (Timurlu) Türk Sünnî imparatorlukları arasına girmiş, üçüyle de başa çıkmış, yenilmişler ama alt edilememişlerdir. Müslüman olduklarını söyleyen Şah İsmail ve halefleri aynı zamanda da Türk’tüler. Ancak nedendir bilinmez, Türklüğü ortadan ikiye bölmüş, Türkiye ile Türkistan arasına hasım bir devlet olarak yerleşmiştir... Bu konuda Yılmaz Öztuna şöyle yazıyor “Yavuz Sultan Selim” isimli kitabının 10. ve 11. Sayfalarında: “Şiî Türkmen Safevî rejimi İran’da kökleşmiştir. Şah İsmail’in Sünnî Türkmen Akkoyunlulardan aldığı İran’ı tekrar Sünnîliğe döndürmek mümkün olmamıştır. İran, çevresinde kendisini tehdit eden Türkiye, Türkistan, Hindistan gibi üç kudretli Sünnî Türk İmparatorluğuna rağmen, hayatiyetini devam ettirmiştir. Kafkas Türklüğünü Şiîleştirmiştir. Sünnî Türkiye ile Sünnî Türkistan’ın arasını kesmiş, Türkistan’ı dışa kapalı bir ülke haline getirmiştir. Türklük büyük zarar görmüştür. Doğu Türk âleminin Rus tahakkümüne düşmesinin uzak temellerini atmıştır. Şah İsmail derecesinde Türklüğe zarar veren hiçbir Türk’ü tarih kaydetmiyor.” Hem Türklüğe hem de İslâmiyet’e zarar veren Şah İsmail... Bu da Avrupa’nın işine yaramış. Hatta Avrupalılar bu işi sürekli karıştırıp, Şiî- Sünnî çatışmasını sürekli alevlendirerek kendi çıkarlarına kullanmışlardır. Eğer İran, dost bir politika izlese idi, Osmanlı sınırının Avusturya’dan değil, Fransa’nın Ren kıyılarından kesileceğini Avrupa tarihçileri belirtmişlerdir. Topkapı Sarayı’ndaki o tahtı Bâbürlülerden getirerek sonraları Osmanlı padişahı I. Mahmud’a hediye eden ve Safevîlerin yerine geçen Horasan Avşar Türkmen Beylerinden Nâdir Şah da hem Türk hem de Sünnî iken, Şah olunca Şiî olmaya mecbur kaldı. Ama İran’da Şah İsmail’in Şiî mezhebi çok ağır basıyordu... Şiî uleması ile çatışmaktan çekindi. Şah İsmail’in icat ettiği On iki İmâmcı Şiîlik yerine, daha ılımlı Yedi İmamlı (Şîa-i Seb’iyye) Câferî Mezhebi’ni resmî din olarak kabul ettirdi. Bugün de bu, İran’ın resmî mezhebidir. Bugünkü Afganistan ülkesinin ortaya çıkmasında büyük rol oynayan Nâdir Şah da Şah İsmail gibi Osmanlıları uğraştırdı doğuda. Bu da Avrupalıların işini kolaylaştırdı. Nâdir Şah Batıda Osmanlılara, Türkistan’da da hanlıklara verdiği tahribatla Rusların; doğuda da Bâbürlülere verdiği zararla İngilizlerin ekmeğine bal sürdü.

Gayesi Müslümanları ve İslâm devletlerini tek çatı, tek bayrak altında toplamak olan Yavuz Sultan Selim, bu bölünmeler, parçalanmalar karşısında üzüntüsünü şöyle dile getirir şiir sığınağında:

“Milletimde ihtilaf u tefrika endişesi, (Milletimin ayrılma bölünme endişesi)

Kuşe-i kabrimde dahi bi-karar eyler beni. (Mezarımın köşesinde dahi rahatsız eder beni)

Müttehidken savlet-i a’dayı def’a çaremiz, ( Saldırgan düşmanlara karşı birleşmek iken çaremiz)

İttihad etmezse millet da’dar eyler beni.” (Birlik olmazsa, millet birleşmezse, kızgın demirle dağlanmış gibi yanarım.) (Yavuz Sultan Selim)

“Ben Allah’ın emirlerini yerine getirmek, zulüm görenlere yardım etmek için zırh giydim, kılıç kuşandım.” (Yavuz Sultan Selim)

Haram Yiyen Bir Ordu İle Beldelerin Fethi Mümkün Olmaz

Portekiz’in Hint Okyanusu’nda gücü gün geçtikçe artıyordu. Bu gücün artması kutsal topraklara olan tehdidin de artması demekti. Üstelik Portekiz’in Hint Okyanusu’ndaki kuvvetlerinin başında Albuquerque adında gözü dönmüş, Rumîlerin, yani Osmanlı deniz kuvvetlerinin kökünü kazımayı hedefleyen biri vardı. İşin daha da kötüsü Müslümanları kutsal topraklardan atmak için için sinsice bir plan hazırlamış ve krala yazdığı mektupta bu niyetini açıkça belirtmişti. Albuquerque’in malum planı şöyleydi: Kızıldeniz ve Basra Körfezi’nde giriş çıkışları kontrol altına alarak, Yemen’de Aden’i ele geçirmek. Nil Nehri’nin yanında bir kanal açarak Mısır’ın kuraklıktan kırılmasını sağlamak, Mekke’yi düşürüp Kâbe’yi yerle bir etmek ve de Medine’deki Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mezarını Hıristiyan topraklarına kaçırmaktı. İşte, Yavuz Sultan Selim’in 1516’da çıktığı Mısır seferinin en başta gelen sebeplerinden biri de Portekiz’in Hint Okyanusu’ndaki gücünü ve kutsal topraklara karşı oluşturduğu tehdidi bertaraf etmekti. Bu yüzden sefere çıkıldı. İlk mola Gebze yakınlarında verildi. Ordunun geçtiği yollar bağlık bahçelik idi. Asmalar salkım salkım olgun üzümlerle, ağaçlar kırmızı kırmızı elmalar ve sarı sarı armutlarla doluydu. Yavuz Sultan Selim Han; “Acaba askerim, sahibinden izinsiz üzüm ve elma koparıp yemiş olabilir mi ” diye kendi kendine düşüncelere daldı. Bir müddet bu düşüncelerle tereddüt içinde kaldıktan sonra, yeniçeri ağasını huzuruna çağırdı ve “Ağa! Fermânımızdır. Bütün askerlerin heybeleri yoklansın. Heybesinden bir elma, bir armut veya üzüm salkımı çıkan asker, derhâl huzurumuza getirilsin!” diye emretti. Yeniçeri ağası bu emirle harekete geçerek, saatlerce heybeleri araştırdı. Daha sonra Sultan Selim Han’ın huzuruna gelerek; “Hünkârım! Askerin heybelerini araştırdık üzüm veya elma armut cinsinden herhangi bir meyve bulamadık. Asmaları ve elma ve armut ağaçlarını inceledik koparılma izlerine rastlayamadık” dedi. Bu habere Sultan çok sevindi. Rahatlamıştı. Sonra ellerini açarak şükretti ve: “Allah’ım! Sana sonsuz hamd ü senalar ederim. Bana haram yemeyen bir ordu ihsân eyledin. Eğer askerlerim içinde bir tek kimse, sahibinden izinsiz bir meyve koparıp yese idi, Mısır seferinden vazgeçerdim” dedi. Sonra yeniçeri ağasına dönerek şöyle dedi: “Çünkü ağa! Haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz”

Düşmanın Silahına Aynı Silahla Karşılık Veriniz

Mısır’ın fethinden sonra esir Memluk kumandanlarından Kayıtbay Yavuz Sultan Selim’in huzuruna getirilmişti. Kayıtbay mağrur bir şekilde Yavuz’a şöyle dedi: “Sözlerime kulak ver ve iyi dinle, Siz toplarınız olmasaydı bizi yenemezdiniz. Ben ve benim yanımdaki Sultan Tumanbay, Emir Allan üçümüz sana ve orduna yeteriz. Sultanlık ancak kahramanlara layıktır. Hz. Ömer böyle değil miydi Halife Ali böyle değil miydi Sen ise dünyanın her tarafından topladığın askerlerden bir ordu oluşturdun. Frenklerin hazırladığı silahlar ve hileler ile geldin. Bu ateşli silahları bir kadın bile kullansa pek çok insanı engelleyebilir. Şayet biz bunları kullansaydık bizi yenemezdiniz. Ancak biz Hz. Peygamber’in sünnetini terk eden bir millet değiliz. Mağribli bir adam, Venedik’ten top getirerek bize satmak istemişti de, Peygamberimizin, ok ve kılıç kullanın’ şeklindeki emrine aykırıdır diye sultanımız bunu satın almamıştı.” Bunu dinleyen Yavuz Sultan Selim, gürledi: “Din kaidelerine böylesine bağlı idiniz de, Allah’ın, “Düşmanın silahına aynı silahla karşılık veriniz” emrine neden uymadınız Bilmez misiniz ki, “Ok ve kılıç kullanın” demek “Başka silah kullanmayın” demek değildir. O zaman o silahlar varmış, şimdi de bu silahlar var!” Kayıtbay başını önüne eğdi ve sustu. Kayıtbay sustu ama bu rivayette gerçek olmayan bir şey var. O da Memlüklülerin aslında sünnete bağlı olarak biz top kullanmadık demeleri. Onların taa Bayezid döneminde bile Osmanlılarla olan mücadelelerinde top kullandıkları bilinmektedir. Hatta Feridun Emecen’in Yavuz Sultan Selim adlı kitabının 269. Sayfasında bir Osmanlı raporuna göre ellerindeki top- tüfek sayıları ayrıntılı bir biçimde verilmiştir. Feridun Emecen Bey, “Memlüklülerin bu topları Rodos Şövalyelerinden almış olmaları ihtimali yüksektir” diyerek onların bu silahları tanıdığı hatta kullandıklarını belirtir. Ancak Memlüklülerin bir hatası vardır. Onlar bu top-tüfek gibi ateşli silahları savunma amaçlı kullanmışlardır. Savaşlarda sırf savunma yoktur ki… Savunma amaçlı kullandıkları için ve yeni teknolojileri de takip etmediklerinden yenildiler. Çünkü topları çok eski modeldi. Silahları da. Topları hareketsizdi. Kuma saplanıp kalıyor, sağa sola döndürülemiyordu. Oysa Osmanlı yeni teknolojiyi takip etmekte, hatta âlimler yeni yeni silahlar toplar üreterek orduyu donatmaktaydı. Hareketli toplar, hafif elde taşınabilir silahlar. Ve başarı. Bu rivayette bir tek şey var dikkate alacağımız. O da geçmişten bu güne geçerliliğini hâlâ koruyan ve bize de yol gösterecek olan Yavuz’un şu sözü: “Din kaidelerine böylesine bağlı idiniz de, Allah’ın, “Düşmanın silahına aynı silahla karşılık veriniz” emrine neden uymadınız Bilmez misiniz ki, “Ok ve kılıç kullanın” demek “Başka silah kullanmayın” demek değildir. O zaman o silahlar varmış, şimdi de bu silahlar var!” Düşmanın silahına aynı silahla karşılık vermek… Osmanlı ilme âlime teknolojiye önem verdiği için ilerledi. Yanında savaşa bile kitap götüren bir padişah ve biz. Gözleri kitap okumaktan bozulan bir sultan ve kitabı eline dahi almayan biz. “İlim Çin’de bile olsa git öğren” diye tembihleyen bir Peygamber (s.a.v.) ve ilimden fersah fersah uzaklaşan bizler. Düşmanın silahlarını tanımayan, tanısa da umursamayan, uyuşmuş, uyuşturulmuş Müslümanlar ve gazeteleri, medyayı, yazılı ve görsel basını, bilgisayarı, sinemaları, tiyatroları bomba gibi, nükleer silah gibi kullanan Amerika ve Avrupa.