Günümüz dünyasında yapay zekâ, çoğu insanın zihninde bir “kolaylık makinesi” olarak yerleşmiş durumda. Soru soruyoruz, cevabı alıyoruz; ödev yazdırıyoruz, saniyeler içinde karşımıza çıkıyor; hatta bazı insanlar ne hissedeceğini bile ona soruyor. Peki, tüm bu konfor, bize görünmez bir bedel mi ödetiyor? Belki de asıl soru şu: Yapay zekâ gerçekten insanların düşünmesini geriletiyor mu, yoksa biz kendimiz mi düşünmeyi bırakıyoruz?
İnsanın düşünme becerisi çaba ister: merak etmek, araştırmak, denemek, yanılmak… Ancak çağımız, çabadan çok hızın övüldüğü bir çağ. Zihinsel süreçler giderek “ekonomik” hale geliyor. Birkaç saniyede elde edilen cevaplar, uzun düşünme yolculuklarının yerini alıyor. Bu noktada yapay zekâ, insana sanki şöyle fısıldıyor: “Neden uğraşıyorsun? İstediğin cevaba kolayca ulaşabilirim.” Ve biz bu fısıltının rahatlığına ne kadar çok kulak verirsek, kendi zihnimizin koridorlarında dolaşmayı o kadar az tercih ediyoruz.
Bununla birlikte, suçun tamamını teknolojiye yüklemek haksızlık olur. Çünkü yapay zekâ yalnızca bir araç; tıpkı bir bıçağın hem ekmek kesmek hem zarar vermek için kullanılabilmesi gibi… Bazı insanlar yapay zekâyı bir düşünme yardımcısı olarak kullanırken; bazıları onun cevaplarını sorgusuz sualsiz kabul ederek kendi bilişsel sorumluluğunu rafa kaldırıyor. Bu yüzden tehlike, teknolojinin kendisinden çok, insanın düşünme hakkını gönüllü bir şekilde devretmesinde yatıyor.
Daha da önemlisi, yapay zekâ düşünmenin yerini alırken yalnızca zihinsel faaliyetlerimiz değil, zihinsel alışkanlıklarımız da dönüşüyor. Sorgulamak yerine onaylamak, anlamaya çalışmak yerine hazır yoruma razı olmak, belirsizlikle mücadele etmek yerine kesin cevap aramak — tüm bunlar düşüncenin zayıflamasının sessiz işaretleri… Zihnin kasları kullanılmadığında nasıl zayıflıyorsa, eleştirel düşünme de kullanım azalınca köreliyor.
Yine de karamsar bir tablo çizmek doğru olmaz. Yapay zekâ doğru kullanıldığında düşünceyi öldüren değil, aksine onu tetikleyen bir kuvvete dönüşebilir. Soru sormak için bir araç, perspektif geliştirmek için bir rehber, tartışma zemini oluşturmak için bir karşıt görüş sağlayıcı olabilir. Ancak bunun olabilmesi için kullanıcıların zihinsel konfor alanından çıkmaya, cevabı almakla yetinmeyip onu anlamaya, sorgulamaya hazır olması gerekir.
Sonuç olarak “yapay zekâ insanların düşünmesini geriletiyor” yargısı, koşulsuz doğru bir iddia olmasa da ciddi bir uyarı niteliği taşır. Asıl gerileme, teknolojiyi değil, düşünceyi pasif bir tüketim faaliyetinin parçasına dönüştüren insan tutumlarında ortaya çıkar. Yapay zekâdan “korkmak” yerine, “ona teslim olmaktan korkmak” daha yerinde olacaktır. Çünkü düşünmeyi bıraktığımız gün, bizi gerileten yapay zekâ değil, kendi gönüllü suskunluğumuz olacaktır.