Bir takım hadiseleri daha iyi anlayabilmek için olan biten olayların ne şekilde olduğu, olguların nasıl değiştiğine bakarak, anlamlandırabilir ve konuyla ilgili bir şeyler de söylenebilir. Ancak o zamanı veya bu zamanı, önceyi ve sonrayı karşılaştırabilir, hayatın eskiden ne olduğunu ve şimdi ne hale geldiğini anlayabilir, anlatabilirsiniz. Bu anlatı, bir şeyin nasıl başka bir şeye neden olduğunu da hikâye edebilir, çeşitli şekillerde algılanması için çaba da gösterebilirsiniz. İster eksik anlatarak, ister bir kısmının üzerini örterek yazabilir, aktarabilirsiniz; peki ya sonra? Sonrası bugün yaşadığımız ve hızlı bir şekilde değişen ve değiştikçe de özellikle orta doğuyu ve Müslümanları nereden nereye getirdiğine biraz dikkat kesilerek görebiliriz. Özellikle olgulara daha yakından bakınca, aynı sarsıcı bazı yapısal benzerlikler kendini gösterir. Örneğin 11 Eylül’den sonra Afganistan ve Irak ile başlayan olayların izini sürebiliriz. Çünkü bu olaylar, “Terör ve Koalisyon” olguları ile bugün açık hedef haline gelmiş bütün İslam coğrafyasının yaşadığı bu yıkıcı süreç; Libya ve Mısır ile devam ederken, Suriye ile zirve noktaya ulaşmıştır. Ki “Arap baharı, değişim, demokrasi ve özgürlükler” aslında seksenlerin “Radikalizm ve kökten dinci” gibi olguları ile aynı noktaya matuf bir amaç ve benzerlik taşımaktadır. Bugün ortaya çıkan Katar ve diğer problemlere de bu zaviyeden yaklaşmakta fayda var.
Nitekim yaşanan bu süreçlerin en önemli noktasını artık kimsenin bir hakkı savunamayacak hale getiriliyor olması teşkil ediyor. Özellikle son yıllarda üretilen yeni oyuncak ile yani taşeron örgütler vasıtası ile “terör” taşınarak; açık hedef haline getirilen coğrafyalar ve bu coğrafyalarda insanlığın selameti ve kendi ülkelerinin benliğini korumak için ortaya çıkan yapıları bu taşeron örgütlerle aynı sepetin içerisine koyuluyor. Böylelikle buradan tek bir tür çıkartmayı ve bütün olası sistem karşıtı düşünceleri ve hareketleri hatta şahısları, “terör” yaftası ile önce yaftalayıp ardından yok etmeyi amaçlıyor. Bu amaç doğrultusunda öncelikle bir araya geliniyor ve duygu birliği, menfaat ortaklığı temin ediliyor. Bu noktadan sonra inanç, dil ya da diğer tabakalar arasındaki ayrım bir süreliğine ortadan kalkıyor belli bir amaca hizmet noktasında gayretleri takdir edilenlerin yönetim biçimi, etnisitesi veya diğer özellikleri görmezden geliniyor. Zaten böylesi süreçlerde küresel sistem azınlıklara ve azınlık inançlarına karşı aşırı toleranslı bir yol izliyor. Bunu yaparken de bu toleransı bir silah olarak sürekli tehdit aracı haline getiriyor.
Zaman zaman işbirlikçi yapılar, efendilerinin sofralarına oturuyor ve ikramlarını kabul ediyorlar; dört başı mamur toplantılarda, aile resimlerinde en iyi görüntüler veriliyor ve bu görüntüler herkese açık bir kıymet göstergesi olarak takdim ediliyor. Çünkü bu görüntüler ile topluma sözde güçlü mesajlar verilir ve roller el değiştirir. Bugün yaşadığımız krizlerin izini sürerken bir sloganın, bir flamanın ya da gösterilen bir hedefin önünde içi boşaltmış bir duygusallığa izin verilerek sadece bir miktar gaz salınımı sağlıyor. Onun için güncel yanılgının en büyük bedelini halk, yani yönetilenler ödüyor. Bugün dünyanın birçok yerinde insanların en temel hakkı olan yaşam hakkı maalesef güvence altında değil. Bununla birlikte yüz binlerce insan yersiz yurtsuz kalmış ve mülteci konumuna düşmüştür. Binlerce çocuk kaybolmuştur. Birçok belde cehennemi bir korkuyu her gün yaşmaktadır. Oluşturulan kâbus ne ibadethane, ne bayram ne de kutsal dinliyor. Onun için “toprak ayağımızın altından kayıyor” sözü bir kehanet değil, bir bilinç ve şuurun ürünü olarak; bizler için “erken uyarı sistem”iydi. Lakin daha önceki işaretleri okuyamadığımız gibi yeni işaretleri de okuyamıyoruz ve artık bir “erken uyarı sistem”imizde yok.
Bugün yaşanan krizler karşısında mevzi kaybetmemizi sağlayan, yandaş medyanın manşetlere çektiği hamaset yüklü sloganlar, ne yazık ki her geçen gün ufku karartıyor. Çürümüş ve kokuşmuş yönetimlerin akıl tıkanması ile geldiği yer belli, buradan küçük hesapların ve atılacak adımların daha büyük bedeller ödetmemesi için sadece son beş yılın dökümü yapılsa yeterde artar bile. Lakin bu gidişatta gösteriyor ki ne toplumlara söz geçirecek ne de yöneticilere doğruyu söyleyebilecek “erken uyarı sistemleri” maalesef yok. Ne sivil toplum inisiyatifleri ne de kanaat önderleri, ne de akademik camiada böyle bir rol üstlenebilecek nitelik yok. Herkes bir şekilde midesinden bağlı, ondan dolayı da işlevsizler. Toprak ayaklar altından kayarken, kayan toprağın nerede biriktiğine de dikkat etmek gerekiyor. Başka bir imkân yok, başka gidecek bir yerde yok. Onun için akl-i selim olmak ve akl-i selimi telkin edenleri dikkate almak daha büyük bir zaruret arz ediyor. Çünkü ya sonra? Diye soracak bir zaman aralığı yok. Hoşça bakın zatınıza…
NOT: Bu hafta dinleme listemizde Nezih Uzel var. “Gönlümüz her an sendedir Ya Rab” diyor. Her an dönüyor içimin karanlık labirentlerinde, “her an” ne kadar uzak, olmalı ama olmayacak şeylerle dolu. “Her an” dönüyor dünya, her şey tesbih ediyor, dilim lal mı benim? Kalbim hantal olmalı. “Her an” diyor, derdime derman sendedir Ya Rab.
Bu hafta Erdoğan Özmen’in, “Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan” isimli kitabı var okuma listemizde. Kitap İletişim Yayınları’ndan.
“Kendine varmanın en uzun ve dolambaçlı yolunu kat eden varlıktır insan.” (Erdoğan Özmen’den tadımlık)
“Zaman insanı hep ölüme doğru götürürken, Ramazan gelir ve dönüş ayı başlar.” (Sezai Karakoç’tan tadımlık)
- Bizim hayatımız da koskocaman bir yangındı zaten. (Ah Güzel İstanbul (1966)’dan)