İnsanlık, tarihin hiçbir döneminde "görünmek" ile "olmak" arasındaki o derin uçuruma bugünkü kadar fütursuzca yuvarlanmamıştı. Bugünün en büyük trajedisi; inancın bir hayat nizamı ve ahlak pusulası olmaktan çıkıp, sosyal statü kazanılan bir "kimlik aksesuarına" ve sadece dar zamanlarda kuşanılan bir "takva üniformasına" dönüşmesidir.
İslam, Allah’ı sadece mabetlere ve belirli günlere hapseden bir inanç değildir. O, "Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir" (Hadid, 4) ayetinin sırrıyla, her anı ve her mekânı kuşatan bir "hâl" dinidir.
Seccadesini topladığında merhametini, camiden çıktığında ahlakını orada bırakan kişi, İslam’ın bütüncül ruhunu kavrayamamıştır.
Şehirlerimizi süsleyen devasa minarelerin gölgesinde; dili zehirli, kalbi katılaşmış bir kalabalığın birikmesi, dış dünyamızı imar ederken iç dünyamızı (kalbi selim) ihmal ettiğimizin kanıtıdır.
Müslüman ahlakı bir bütündür; parçalanamaz. Sofrasındaki gıdanın "şüpheli" olup olmadığına gösterdiği titizliği, dilinden dökülen "gıybet" ve "hakaret" vb afetler için göstermeyen bir anlayış, İslam’ın Emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) prensibini yanlış anlamıştır.
"Gıybeti 'kardeş eti yemek' (Hucurat, 12) olarak gören bir inancın mensubu, tabağındaki etin helalliğine titrerken, kardeşinin onurunu çiğnemeyi mubah görüyorsa; orada ciddi bir İman-Ahlak kopukluğu var demektir."
Trafikte bir korna sesine en ağır küfürleri savuran dilin, oruçluyken gösterdiği hassasiyet bir "takva" değil, bir tutarsızlıktır. Allah (c.c.), sadece mutfakta değil; trafikte, ticarette, komşu hakkının gözetildiği her fısıltıda hâzır ve nâzırdır.
Kutsalı belirli zaman dilimlerine hapsetmek, İslam'ın süreklilik ilkesine aykırıdır.
Ramazan’da "ahlak bekçisi" kesilip geri kalan on bir ayda kul hakkını yemek, Kurban’da kan akıtıp komşusuyla ekmeğini bölüşmemek; ibadeti bir "ritüel" haline getirip, onun "yakınlaştırıcı ve olgunlaştırıcı" gücünü yok etmektir.
Gerçek hicret, mekân değiştirmek değil; kötülükten iyiliğe, nefsin karanlığından kalbin aydınlığına doğru yapılan o kutlu yolculuktur.
Kurtuluş, başkalarının günahlarını takip eden bir "fetva makamı" olmaktan vazgeçip; kendi kusurlarıyla yüzleşen bir "nefis terbiyesi" sürecine girmektir. İslam, çok konuşan değil, "inandım" dedikten sonra dosdoğru yaşayanların (İstikamet) dinidir.
Vitrini süslü ama içi boş bir dindarlık manzarasından çıkış yolu; elimizdeki "dev aynasını" yere çalıp, kendi yüzümüzdeki kire bakacak cesareti kuşanmaktır. Çünkü hayat, süslü cümlelerin değil; ihlâsla yapılan sessiz ve dürüst eylemlerin toplamıdır.
Ve günün sonunda biz, “göründüğümüz” kadar değil, “olduğumuz” kadarız…