11 Eylül saldırılarından on gün sonra Pentagon a gittim.
Savunma Bakanı Rumsfeld i ve yardımcısı Wolfowitz i gördüm. Sonra dostlarıma
merhaba demek için alt kata indim ve geçmişte orduda birlikte çalıştığım eski
bir silah arkadaşıma rastladım. Eski dostum, Afganistan ve Irak a düzenlenecek
harekâtlarla ilgili planları inceliyordu. İşte o an kararın verildiğini ve
saldırıların faturasının da kime kesildiğini anladım.
Yukarıdaki sözler General Wesley Clark a ait. Bir dönem
NATO başkomutanı olarak da görev yapan ve hatta Demokrat Parti den aday adayı
olmasına rağmen, daha sonra başkanlık yarışından çekilen Wesley Clark, yaklaşık
dört yıl önce katıldığı bir televizyon programında söylemişti bu sözleri.
Clark ın bahsettiği ve birçoğumuzun da gayet iyi
hatırladığı 11 Eylül saldırıları, 2001 yılında yaşandı. Saldırılardan yaklaşık
bir ay sonra tarihler 7 Ekim i gösterdiğinde ise, Afganistan harekâtı başladı.
Afganistan zaten kanayan coğrafyalarımızdan biriydi.
Rusları yenen mücahitler daha sonra kendi nefislerine yenilmiş ve bir türlü
bütünlüğü sağlayamamışlardı. Böylece bin bir çeşit fitnenin kol gezdiği
Afganistan, 11 Eylül saldırılarının ardından hedef tahtasına kondu ve başta
Amerika olmak üzere bütün Batılı ülkelerin âdeta askeri tatbikat sahasına
çevrildi. Fakat vurulan hedefler cansız nesneler değil, on yıllardır gün yüzü
görmemiş biçare Afgan halkıydı.
Amerikan gâvuru dur durak bilmiyordu. 2002 yılı
Afganistan ın tarumar edilmesiyle geçti. Bir yandan çilekeş Afgan halkına kan
kusturuluyor, bir yandan da Irak savaşı için şartlar oluşturulmaya
çalışılıyordu. Birinci Körfez Harbi nde Saddam ın kolu kanadı kırılmış, fakat
koltuğunda kalmasına izin verilmişti. Bahaneler ise hazırdı. Birleşmiş
Milletler eliyle kimyasal silah senaryoları yazıldı ve Birinci Körfez Harbi nde
yarım bırakılan işin tamamlanması için harekete geçildi.
Bu sırada Türkiye de de Milli Görüş hareketi bölünmüş,
yenilikçi olarak tanımlanan kadrolar AKP adıyla partileşmişti. 3 Kasım
2002 de yapılan seçimlerde oyların üçte birini alan söz konusu kadro, adaletsiz
seçim sistemi marifetiyle Meclis teki sandalyelerin ise üçte ikisini elde
ederek iktidara getirildi.
AKP elitleri seçim propagandası boyunca Milli Görüş
söylemlerinden vazgeçmemişti. Fakat aynı elitlerin iktidara gelir gelmez ilk
yaptıkları iş, o kutlu gömleği çıkarmak oldu. Zaten başka türlüsü de mümkün
değildi. Çünkü bir kimsenin hem Milli Görüş ilkelerine sahip çıkıp, hem de
Genişletilmiş Ortadoğu nun eş başkanı olduğunu haykırması düşünülemezdi.
2003 yılının ilk ayları bu atmosfer içinde geçildi.
Amerika ve NATO nun Afganistan saldırısı devam ediyor, çiçeği burnunda Türk
hükümeti de Afganistan a asker göndererek işgale bekçilik ediyordu. Öte yandan
Irak savaşının hazırlıkları da tamamlanmıştı. Önce uydurma senaryolar Birleşmiş
Milletler oturumlarında kabul edildi, ardından da Bağdatlı ve Basralı
çocukların ölüm fermanları imzalandı.
1 Mart Tarihi
Tezkere
Takvimler 1 Mart ı gösterdiğinde Türkiye Büyük Millet
Meclisi nde tarihi bir oylama yapıldı. İktidar partisi tarafından Amerika nın
Irak işgaline tam destek verilmişti. Hazırlanan tezkerede birçok limanlarımız
ve üslerimiz işgalcilerin hizmetine sunuluyordu. Üstelik asırlarca mazlumların
koruyuculuğunu yapan Mehmetçiğin de, kuzeyden Irak a girerek fiili olarak
savaşması isteniyordu. Fakat Allah ın izni, merhum Erbakan Hocamızın da kimi
AKP milletvekilleri üzerindeki şahsi gayreti sayesinde tezkere reddedildi. Eğer
o lânetli tezkere kabul edilseydi, yüz yıl önce küffarın saldırısına karşı
göğsünü siper eden Mehmetçik, bu sefer aynı küffarın emrinde işgalci güçlerden
biri olacaktı.
Tezkere reddedilmişti. Fakat Genişletilmiş Ortadoğu
Projesi ni büyük bir şevkle sahiplenen AKP hükümeti, hazırladığı kanun hükmünde
kararnamelerle üslerimizi Amerika nın hizmetine sunmayı başardı. Böylece
İncirlik ten kalkan yüzlerce savaş makinesi de, Bağdatlı çocukların başına ölüm
yağdırabildi.
Bugün Irak savaşının üzerinden tam on üç yıl geçti. İşgal
başarılı olmuş, Saddam Hüseyin idam edilmişti. Irak ın işgali arkasında
parçalanmış bir ülke bıraktı. Yüz binlerce can alındı, milyonlarca insan sakat
bırakıldı. Ülke tam anlamıyla öksüz ve yetim çocuklar, dul kalmış kadınlar
yurduna döndü. Üstelik her an yeni yeni travmalara sebep olan mezhebi ve etnik
ayrışmalar da cabasıydı.
Bağdat yakıldıktan, Basra harap olduktan sonra
işgalcilerin itirafları da bir bir gelmeye başladı. Geçtiğimiz yıllarda önce
dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powell, kimyasal silah senaryolarının
uydurma olduğunu söyledi. Ardından da savaşın en büyük destekçisi olan dönemin
İngiliz Başbakanı Tony Blair, hayatlarını cehenneme çevirdikleri Irak halkından
ve tüm dünyadan özür diledi.
Gelelim Bizim
Yöneticilerimize
Yalanlar üzerine işlenen bu kadar büyük cinayetlerin,
böylesine vahşi insanlık suçlarının ardından, doğrusu bizler de kendi
yöneticilerimizden Irak savaşına verdikleri destek sebebiyle en azından bir
özür dilemelerini bekliyorduk. Hiç olmazsa İncirlik Üssü nü açtıkları için
pişman olduklarını, en azından başka birçok olayda olduğu gibi yine
aldatıldıklarını söylerler sanıyorduk.
Fakat ne yazık ki kendileri Colin Powell ya da Tony Blair
kadar bile olamadılar. Bırakın özür dileyip pişman olmayı, on üç yılın ardından
hâlâ 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinin bir hata olduğunu söyleyebiliyorlar.
Hâlâ, kendi suçlarını itiraf etmek yerine, merhum Erbakan
Hocamızın uyarısını dinleyip tezkereyi reddeden arkadaşlarını
suçlayabiliyorlar.
Hâlâ, George Bush un kendilerine kapalı kapılar ardında
söylediği yalanlara sarılabiliyorlar.
Hâlâ, Eğer kuzeyden girseydik Irak ın durumu farklı
olurdu diyebiliyorlar.
Üstelik bütün bunları söylerken, Amerikan yönetiminin
gözünde bir PYD kadar bile kıymetlerinin olmadığını da, yine kendileri itiraf
ediyorlar. Amerika nın nezdinde terör örgütü PYD kadar sözlerinin geçmediğini,
Amerika nın asıl ortağının PYD olduğunu da yine kendileri söylüyorlar.
Doğrusu PYD kadar hükmü geçmeyen bir iradenin, Irak ın
işgaline daha çok yardım etseydik, herkes daha az zarar görürdü diyebilmesi,
hayreti mûcib bir durumdur.
Çünkü nihayetinde kafa karışıklığının da bir sınırı
vardır.
Türlü şer odakları tarafından mütemadiyen aldatılmanın da
bir sınırı olmalıdır.
Çünkü yönetici sınıfındaki insanların aldatılması, bir
başkasının ya da bir topluluğun canına mal olabilmektedir.
Hatırlarsanız merhum Erbakan Hocamızın benzer durumlara
dair teşhisi, hidayet kararması şeklindedir. Ya da İbn Rüşd ün buyurduğu, tutarsızlığın tutarsızlığı kavramı, tam
da bu gibi durumları açıklamaktadır. Bilmem anlatabiliyor muyum efendim