Türklerle Kürtler Tarihte Hiç Birbirleriyle Savaşmadı

Abone Ol

Ali Bulaç son dönemde yaptığı bir değerlendirmede şöyle dedi; “Türkiye’deki İslamcıların, cemaatlerin %99’u ümmetçi görünüyor ama kazıdığınızda ırkçı ve devletçiler. Necip Fazıl ‘Türk’ün ruh kökü’ der, İsmet Özel de aynı çizgide. En ümmetçisi bile Türkiye’nin başta olacağı bir İslam birliği istiyor.” Bu sözler, ilk bakışta sert ama adil bir tespit gibi görünse de aslında sosyolojik gerçekliği ıskalayan ve yerel aidiyetlerin doğasını yanlış okuyan bir yaklaşımı yansıtıyor. Hiçbir toplum, hiçbir coğrafya, hiçbir tarihsel aidiyet bu kadar kolay çözümlenemez. İnsan, ümmetin dertleriyle dertlenmek için kendi kültürünü, dilini, musikisini, tarihsel hafızasını inkâr etmek zorunda değildir.

Ali Bulaç’ın değerlendirmesine katılmak mümkün değil. Çünkü bu yaklaşım sosyolojik gerçekliği görmezden gelen bir genelleme içeriyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin, Malezya’dan Türkiye’ye, Arap dünyasından Afrika’ya kadar bütün topluluklar kendi içlerinde bazı kültürel sınırlar, evlilik tercihleri, aidiyet biçimleri geliştirir. Bu, aynı dili konuşmanın, aynı coğrafyada yaşamanın ve aynı tarihsel zeminde yaşamanın doğal sonucudur. Bu olguları tespit etmek o topluluğu “ırkçı” ilan etmeye yetmez. Ben de bir dönem benzer bir yanılgının içine düşmüştüm. Malezya’da bulunduğum dönemde “Malaylar çok ırkçı” denildiğinde neyi kastettiklerini merak eder, evlilik tercihlerini, içe kapanık aile yapılarını, kültürel sınırlarını bir tür irrasyonel milliyetçilik sanırdım. Oysa zamanla gördüm ki bu sadece Malaylara özgü bir durum değil, dünyanın neredeyse bütün toplulukları, tarihsel hafızalarının ve kültürel reflekslerinin gereği benzer davranışlar sergiliyor. Yani bir halkın sosyolojik alışkanlıklarını tespit ederek onu ırkçı ilan edemezsiniz. Bu yüzden Ali Bulaç’ın sözleri, gerçeği tam yakalamak yerine onu fazlasıyla indirgemiş bir yorum niteliği taşıyor

Nitekim aynı mantıkla bakarsak Ali Bulaç’ın kendi kimliğinden kaynaklanan özellikleri sıraladığımızda onu da “Kürtçü” diye yaftalayabiliriz. Bu doğru olur mu? Elbette olmaz. Ama söylemek mümkün müdür? Mümkündür. İşte tam da bu yüzden bu tür genellemeler tutarlı değildir.

Asıl mesele şudur. Ümmet bilinci, yerel kimliği yok etmeyi değil, onun üzerinden daha geniş bir aidiyet kurmayı mümkün kılar. İnsan hem Türk olabilir, hem Kürt olabilir, hem Arap olabilir ve aynı zamanda ümmetin acılarıyla dertlenebilir. Filistin için üzülen birinin kendi kültürünü sevmesi onu ırkçı yapmaz. Ümmetçilik yerel kimliksizleşme değil o kimliğin üstüne inşa edilmiş ahlaki bir duyarlılıktır.

Dolayısıyla “kazıyınca altından ırkçılık çıkıyor” yargısı hem indirgemecidir hem de çoğu zaman ırkçı bir bakışın kendisini yeniden üretir. Bu yüzden bir toplumun doğal kültürel eğilimlerini ırkçılık diye yaftalamak, hem tarih bilincinden hem de sosyolojik gerçeklikten kopuk bir bakıştır. Ümmet olgusu, yerel kimliklerin yok edilmesini değil; onları aşan bir ortak değerler bütününün inşa edilmesini gerektirir. Bunun ne demek olduğunu anlamak için aslında Türkiye tarihine, Türklerin uzun yüzyıllara yayılan ilişkiler ağına bakmak bile yeterlidir.

Türkler, dünya tarihinin tartışmasız en savaşçı, en hareketli topluluklarından biridir. Çin’den Hindistan’a, Orta Asya bozkırlarından Deşt-i Kıpçak’a, Ortadoğu’ya, Afrika’dan Avrupa içlerine kadar ulaştıkları her coğrafyada Türk varlığı mutlaka bir askerî karşılaşma, bir mücadele, bir meydan okuma ile kaydedilmiştir. Binlerce yıllık tarih boyunca temas ettikleri milletlerin büyük çoğunluğuyla savaşmış, çoğu zaman da galip gelmişlerdir. Ama bütün bu devasa savaş tarihine rağmen Türklerin tarih boyunca topyekûn savaşmadığı tek büyük topluluk Kürtlerdir. Bu, modern siyasal okumalarla açıklanamayacak kadar köklü, dikkat çekici ve sosyolojik açıdan son derece çarpıcı bir gerçektir.

Türkler Çin’le savaşmıştır, Araplarla savaşmıştır (ama dikkat edelim: Arap halkıyla değil, Arap coğrafyasında kurulmuş Türk hanedanlarla), İran’la savaşmıştır (ama yine İran halkıyla değil, Safevî siyasi yapısıyla), Bizans’la, Haçlılarla, Ruslarla, Moğollarla, Hint devletleriyle, Afrika’daki yerel güçlerle savaşmıştır… Liste uzar gider. Ama Türklerle Kürtler arasında bir “millet savaşı” yoktur. Ne Selçuklularda vardır, ne Osmanlı’da vardır, ne de daha eski Türk tarihinin herhangi bir döneminde.

Bu tablo bize aslında çok açık bir şey söylüyor: Türk-Kürt ilişkisi tarihsel olarak bir “çatışma ilişkisi” değil, tam tersine bir “birliktelik, komşuluk ve ittifak ilişkisi”dir. Coğrafya aynı, kader aynı, düşmanlar aynı, yük aynı… Bu iki topluluğun tarihte yan yana durmasının, birbirine kılıç çekmemesinin sebebi de budur. Üstelik dikkat çekici başka bir nokta daha vardır. Türkler Araplarla ve İranlılarla yüzeysel çatışmalar yaşamış olsa bile bunların tamamı devletler arasındaki savaşlardır. Halklar arasındaki savaşlar değildir. Dolayısıyla Müslüman milletlerin birbirleriyle savaşması hiçbir zaman “milletler arası savaş” niteliği taşımamıştır.

Türklerin Kürtlerle hiç savaşmamış olması bugün yaşanan tartışmalara farklı bir cephe açıyor. Modern siyaset, ideolojik kamplaşmalar ve dış güçlerin devreye aldığı manipülasyonlar olmasa Türk-Kürt ayrımı zaten tarihsel gerçekliğe hiç uymayan bir kategoridir. Bu iki topluluk birbirini “ırkçı” ya da “milliyetçi” olmakla suçlamak yerine, tarihin onlara bıraktığı bu benzersiz birlikte yaşam tecrübesini anlamalıdır.

Tarih bize bu topraklarda asıl gerçek ayrılık değil yüzeysel okumalardan kaynaklanan bir zahiri kırılma yaşandığını ve inşallah bunun muhakkak çözüleceğini söylüyor. Türk’ün de Kürt’ün de asıl mayası müşterektir. Bu yüzden bin yıldır yan yana durmuş, hiç birbirine kılıç çekmemiştir ve bundan sonra da bu kardeşlikleri devam edecektir.