Toplumların kontrol edilebilir olması, tepkisizliğin derecesine göre değişir. Toplumsal iktidarı elinde bulunduranların bunu kaybetmemek adına çeşitli tedbirler alması muhtemeldir. İktidarı toplumsal serüvenin gerekli bir aracı görenler için iktidarı korumanın yolu meşruiyet zeminlerini sağlamlaştırmaktan geçer. Ancak iktidarı mutlaklaştıran ve kendisiyle iktidarı özdeşleştiren zihinler için iktidarı korumanın yolunu gücün kendisi üzerinde temerküz etmesinde bulur. Bunun için de kendisi dışındaki tüm güç dengelerini bozmayı hedefler. Algıları yönetme gayretleri, farklı fikirleri baskılamak, farklı kimlikleri ötekileştirmek ve düşmanlaştırmak bu sürecin bir parçasıdır aslında.
Bu şekilde iktidar olmayı ve kalmayı hedefleyenlerin toplum psikolojisine verdikleri zararı rahatlıkla görebiliyoruz. Çünkü günümüzde toplumsal tepkinin kaybolduğunun ya da asli hedefine yönelmediğinin hepimiz farkındayız. Bunun temel nedeni ise iktidarın zeminini güce dayandıranların toplumsal zihinleri iğdiş etmesinde yatıyor. Bunu basit bir eylemsizlik hali olarak algılamamak gerekir. Çünkü toplumsal tekâmül imkânı toplumsal farklılıkların birbirlerini dengelemesinde ve karşılıklı etkileşiminde yatmaktadır. Eğer bu imkân, gücü temerküz etme adına yok edilirse sığlaşma ve durağanlaşmanın toplumsal tekâmülün önüne geçmesi kaçınılmazdır.
Siyasal yapı içerisinde olumsuz bir karar veya eyleme karşı oluşan toplumsal tepkinin yönünün o kararın ve eylemin kaynağına yönelik olması isabetli olandır. Ancak toplumun tepkisizlik hali ise işte bu kaynağın sorumluluktan sıyrılmasına neden olur. Çünkü olumsuz kararın ve eylemin kaynağı ya toplumsal tepkiyi başka bir yöne çevirmiştir ya da toplumun tepki verecek gücü ve cesareti kalmamıştır. Her iki durum da aslında iktidarın bilerek ve isteyerek toplumu getirdiği yerdir.
Aynı sosyolojik zemini paylaşan toplumsal kesim içerisinde bu tepkisizlik halinin temel kaynağı ötekileştirme üzerinden oluşan kutuplaştırılmış siyasal ortamdır. Bu şekilde tüm kötüler ötekilere yönlendirilirken tüm iyiler mevcut erkin uhdesinde kalıyor. Çünkü düşman metaforu ancak kötülük üzerinden açıklanabiliyor. Bir toplumsal yapı içerisinde yaşanan tüm kötülüklerin kaynağı elbette düşmandır. Üretilmiş düşmanlıklar sayesinde mevcut siyasal sistemdeki karar mekanizması sorumluluğunu oraya yönlendirerek temize çıkmayı başarıyor.
Farklı sosyolojik zeminin baskın unsurlarının olumsuzluklara karşı verdikleri tepkinin mahiyeti kutuplaştırılmış siyasal yapının izdüşümü olmaktan öteye gidemiyor. Mevcut siyasal erkin çizdiği sınırlar içerisinde kutuplaştırılmış toplumsal yapıyı besleyen karşıtlık üzerinden yükselen tepki yeni bir tepkisizlik halini ortaya çıkarıyor. Az da olsa olumsuzluğun kaynağını yakalamaya çalışan tepkilerin büyük bir çoğunluğu ise baskılanarak tepkisizleştiriliyor.
Her iki tepkisizlik hali için ülkemizin siyasal ortamı adeta bir laboratuvar vazifesi görmektedir. Genel anlamda hoşnutsuzluğun fark edilebildiği kitleler içerisinde tepkisizliğin normalleşmiş olduğunu görüyoruz. Onca haksızlığa, hukuksuzluğa, yolsuzluğa, yoksulluğa, çürümüşlüğe, liyakatsizliğe ve krizlere rağmen toplumsal tepkinin yeterince kendini hissettirmiyor oluşunu başka bir türlü açıklayamayız. Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi aynı sosyolojik zeminin tepkisini oluşturulan düşman metaforuna yönlendirmesiyle, farklı sosyolojik zeminleri ise ya baskılaması ya da bu kesimlerin kendini düşman metaforuna hapsetmesiyle toplumsal tepkisizlik hali ortaya çıkıyor.