ÖKSÜZ MÜ, VATANSIZ MI?
Geçen hafta tekrar etmek zorunda kaldığımız 16 Nisan tarihli yazımızın son cümlesinde vurguladığımız “iyi yetişme”yi bugün biraz irdelemek istiyoruz.
Bir A.Öksüz var. Topluma FETÖ örgütünün iki numarası sıfatı ile tanıtılırken ve öne çıkarılırken, oluşturulan algı sıradan bir Mehmed ağa şekli değil midir? Sarı çizmeleri boyalı mıydı, boyasız mı idi? Tartıştıkları da bu.
Darbe günü, bir askeri mıntıkada, faillerle birlikte olan biri sıradan olabilir mi?
Arsa bakmaya gelmiştim, diyerek dalgasını da geçiyor. Kaç gün yazdılar bunu. Oyuna gelmekle övünmek, hangı psikolojik rahatsızlığımızın tatminidir?
Kayıtları gösteriliyor. Yirmi dakika içinde çekmiş gitmiş. Ya da oradakiler izin vermiş…
Bütün bunlar yetmemiş, o günden beri arıyoruz. Yer yarılmış içine girmiş olmalı. Bir aydan fazla olmuş. Nerede ne yer, ne içer, nerede yatar? Özledikleri kimlerdir? Cevabımız var mı?
Eğitimi, yetiştirilmesi göz ardı ediliyor, yahut ettiriliyor. Halbuki, o bölgede ve olayın içinde yakalandığında yapması gerekenleri biliyordu. Arsa, tarla, emlak fiyatları konuşarak dikkatleri dağıttı ve yürü git iznini aldı.
O kadar takipçisi olmasına ragmen hala bulunamaması da yetiştirilmesinin özel emeklerle yapıldığını göstermez mi?
FETÖ’cu, kaçmanın bütün inceliklerini biliyor, yakalayıcıların da güçlerinin ne olduğunu..
Şu kadar kere Amerika’ya gitmiş gelmiş.
Herkes bu bilgiyi, ben gitseydim, şöyle bir dolaşır, saga sola bakar gelirdim,şeklindeki düşünce yapısı üstünden değerlendiriyor. Yanlışlık buradadır. Onlar her seferinde bir sonraki eğitimlerini almışlardır. Kimden almışlardır, sorusuna da cevabı biz veremeyiz.
FETÖ’cü A.Öksüz olayının didiklenecek çok yeri var ama, biz bir başka enteresanlığa dikkat çekmek istiyoruz.
KARAKOLDA “AYNA” VAR!
A.Öksüz’ün örgüt arkadaşlarının, hani medyanın itirafçı diye tarif ettikleri, bizim de tezgahçı demeyi daha doğru bulduklarımız halis “sızma” olduklarından hep üste çıktıklarını sanıyorlar, kendilerine tahsis edilmiş tv kanallarında. Onların sıradan “yatakçı” olduklarını yazmak da bize düşüyor dolayıyısıyla...
“Mücadeleci” arkadaşının televizyonunun gülü ilan edilenin, güya hesaba çekilirken bir başka tv kanalında, bir cümlesini iyi duyduk.
“Bunlardan değildim, anlaşma yaptım.”
Hangi şartlarda anlaşma yaptın?
Neyin karşılığında anlaşma yaptın?
Onlardan olmadığın halde, hangi testlerini geçmiştin?
Yahut seni onlara kim, kimler tavsiye etmişti?
“onlar” dediğine göre, kendini kime yakın hissediyordun? “Onlar” sana ne kadar uzaktı?
TV programcıları, onun kadar yetişmiş veya yetiştirilmiş olmadıklarından böyle soruları anında akıl edip soramıyorlar. Veya organizenin seyrettiğimiz şekilde olması isteniyordur. Biz bilmeyiz.
Fakat gündem değişiyor, yeni şeyler söylemek zorunda kalıyorlar. Bunu görüyoruz, biliyoruz.
Alaaddin Kaya kaçakken, onu tanıdıklarını belli etmeyen tezgahcılarımız, yakalanınca, ne şeytanlığını bıraktılar, ne Vatikan ilişkilerini..
Tezgahçı, Alaaddin Kaya’yı anlatıyor.
“Ben Alaaddin Kaya’yı azarlamış adamım!”
Alaaddin Kaya gazetinin patronu. Tezgahcı ise gazetenin genel yayın müdürü. Nasıl oluyor da oluyor bu azar işi? Kurcalayalım hele..
“Ben Alaaddin Kaya’yı azarlamış adamım”
Ne demektir şimdi bu?
Birincisi, Alaaddin Kaya patron olmasına ragmen, anlaşmam gereği ya da başka bir sebepten ben onun üstüyüm.
İkincisi, ben Alaaddin Kaya’nın açıklarını, zayıf noktalarını, suçlanacak hallerini biliyorum. Yani karşımda çok eksiktir.
Sonuncu ihtimal açıklamamız da şudur: Beni koruyan kanal, Alaaddin Kaya’nın kanalının ağasıdır.
Tezgahcı Hüseyin’ı böyle anlamak lazım.
FETÖ’nün başının, adı geçen patron için “şeytan” demesini duyduğunu söyleyen diğer manken adama da bir sorumuz olacak.
FETÖ, sizin içinize “şeytan” düşürdüğüne göre, “şeytan”ın aklına taşı ne zaman düşürmüştür? Dahası, o örgütte başka bildiğin şeytanlar kim idi ve onlara ne olduğunu açıklayacaksın?
PEÇETEYİ UNUTMAYAN,NEYİ UNUTTURUYOR
Bu günlerde arkadaş hesaplarında paylaşılan bir İsmet Özel deyimi var:
“Hak yemek, sol elle yemek yemek kadar dikkat çekmedi bu ülkede.”
Bir başka “yemek”li cümle daha katıldı yahut kazandırıldı kandırılanların literatürüne şimdi.
Peçete yemek..
Fetö mankeni, bir tv kanalında dillendirince, meraklılar caddeden çıkarıldı, dar bir çıkmaz sokağa sokuldu.
“…ağzını sildiği peçeteyi alıp yedi. Ben gördüm, şahidim.”
Yer ve zaman söylüyor anlatıcı. FETÖ’nün parlatılmaya başlandığı yıllar. Fakat şunu sormuyor programcımız. Otuz küsur yıl önce FETÖ’nün peçetesinin yendiğini bilecek kadar ona yakın durdu iseniz, onun, bu milletin emeklerini, çocuklarını, birikimlerini nasıl yediğini de görmüş olmalısınız. Bize yada devlete buralardan bilgi verseniz de, peçeteyle, tuvalet kağıdıyla oyalamasanız..
Daha başka sorular da var.
Normal şartlar altında, normal insanların yanlarında biri pis bir peçete yerse, verecekleri tepki bellidir. Siz o tepkiyi çarpılırım korkusuyla mı vermediniz? Yoksa otuz yıl sonra bir tv kanalında anlatırım diye mi düşünmüştünüz?
Belki de o olayı, ayrıldım dediğiniz güne kadar başkalarına anlattınız. Çünkü topladığnız o insanların artık peçete yeme, çorap koklama günlerine erdiğine inanyordunuz. Filan yaptı ise, size de yapmak düşer hesabı..
Muhal farz anlatıcı tezgahcı işin bu taraflarında hiç yok. Müdahale etmemesini de bir yana koyalım. İnsan şunu düşünmez mi? Bu peçete yiyen, bu eylemi açıktan yaptığına göre, kendini günahlarından kurtarmanın ötesinde bir niyet taşıyor olmalıdır. Zira bu işi gizli yapabilirdi. Onu çöp sepetinin orda görenlerin aklına gelmeyeceğine göre..
FETÖ’den ayrılınca prof. olacak kadar kafa çalışmasına sahip biri, o peçete yiyicinin bir ajan olduğunu nasıl anlamaz? İki gün takip etse, üçüncü gün daha başka neler yapması öğretilirken suçüstünde görebilirdi. Lakin tv’lerde ne anlatacaktı şimdi. Böyle konularımız da olmasa..
Anlatıcı tezgahcılarla aynı yaşlardayız. Bu ülkenin de bir kültürü var. Ayrı şehirlerde, ayrı mahallelerde oturuyor olsak da o kültürün etkisi ortaktır. İşte o ortaklıklarımızdandır Beyazıd-ı Bestami’nin bize bıraktığı ders. Okumamış ya da duymamış olamazlar.
Beyazıd-ı Bestami hazretlerine birgün biri bir istekte bulunur. Efendim der, cübbenizi müsaade etseniz de bir giyip çıkarsam..
Niyet anlaşılmıştır. Beyazıd-ı Bestami hazretleri derki: Sen, değil cübbemin, derimin içine girsen, faydasız..
Hal böyle iken.. İşi gücü bırakanlar peçeteli analizlerin peşine düştü.
YA “DİNİ” OLMASAYMIŞ
Bir başkası da o tv mankenlerinden, Demirel’le, Özal’la ve diğer küçük politikacılarla yanyanalığım olmuştur övünmesini tekrar eden anlatıyor:
“Biri bana (bir Dışişleri görevlisi olmalı) dediki: Amerika önünüzü açmasa siz bu okulları kuramazdınız!”
Bu nokta, tv programcısının tam da şöyle bir soru sormasının yeri değil mi?
Peki siz, önümüzü açan biri yahut bir gizli güç olmasa, Demirel’le ve ötekilerle görüşebileceğinizi sanıyor muydunuz?
FETÖ’den ayrıldım türküsü çalanlardan bir başkası da, onunda prof. sıfatı var, itiraf ediyor:
“Ben dini sohbetler yapıyordum. Öteki işleri bilmem!”
Sanki kurtulacak! FETÖ’ye şiirler yazan, övgüler düzen, taş filan atmayın diye ağlayan ve bugün en hükumetçi, en iktidarcı, en saray’cı yazılar kaleme alan kuklalar kadar masum sayıyor kendini.
Halbuki ona da sorumuz hazır.
15 Temmuz’a bakarak söylersek şu ihtimallerin hangisi doğrudur?
Sizin sohbetleriniz hiç fayda etmemiş.
İkinci şık biraz daha tehlikeli. 15 Temmuz’a o sohbetlerin katkısı ne olmuştur?
Susamışların ilk kanması
Sohbet deyince, özellikle talebelere sohbet deyince, İstanbul’da ilk akla gelecek Hoca’lardan biri Mahmut Toptaş’tır.
Ben birkaç haftadır onun eğitim maksatlı yazılarından birinde geçen FETÖ pozisyonunu konu etmek istiyordum. Şimdi kısmet oldu.
1945 yılında Edremit’te esnaflığa başlayan Arif Çağan’ı ve (Milli Şef) yasaklarına karşı yer değiştirerek derslerine devam eden Dursunbeyli Sarı Hoca’yı anlattığı 18.11.2014 tarihli “Çıplak gelip kefenle dönen Arif Çağan” başlıklı gazetemiz yazısındadır alıntı yapacağımız sahne.
Dünya 1971 yılını yaşamaktadır. Edremit’e bir vaiz gelir. Sarı Hoca’yla Arif Çağan da dinlerler. “Bu hoca efendininki hak vergisi. Bu, Allah’ın hoparlörü. Bundan ayrılma” der Sarı Hoca, yol arkadaşına.
Çözeceğimiz düğüm burasıdır. Kandırıldık diyenlerin argümanları bir yana, biz, 1971 yılının Edremit’inden başlamak istiyoruz analizimize.
O vaiz, ne demiş olmalı ki, neleri açık açık ve hiçbir acabaya, tereddüte mahal vermeden anlatmış olmalıki, Sarı Hoca’dan o tasdiki almış olsun? Sarı Hoca’nın “Evet”i ise, Arif Çağan’ın fedakarlığı demektir.
Uzatmayalım ve yazalım iddiamızı.
O gün o vaiz, Sarı Hoca’yı inandırmak için programlanmıştı. O da biliyordu dinleyiciler arasında, o bölgede tutunmasını sağlayacak veya engelleyecek bir Sarı Hoca olduğunu. Dahası, Sarı Hoca’nın emekleri ve hassasiyetlerinden ve etkisinden de haberdar edilmişti.
Sonrasını, “O hoca efendinin hizmetlerine daha fazla yardım eder” diye anlatıyor Mahmut Toptaş Hoca’mız, Arif çağan’ı.
Bu tezgahı görmezsek ve geçmişi doğru çözmezsek, kandırıldık diyenleri hem anlamakta güçlük çekeriz, hem de onların basit işlemlere tabi tutulduğunu sanırız.
VE BİR ANI
1973 yılı. Rahmetli Serdengeçti ağabeyimiz Osman Yüksel’in sohbetindeyim. Bugünü ne kadar ilgilendirir bilmem ama, aklımda kalanları yazmak istiyorum.
“Edirne’ye gittim. Heykel’in oradan geçiyorum. Bir çelenk konulmuş. Üstünde ‘Din görevlilerinden Ata’sına saygılarla..’yazıyor. Düğün değil, bayram değil.. Biraz sonra bizim Yaşar (Tunagür) geldi. Bu nedir diye sordum. Herşey gayet normalmiş gibi, saygılarımızı sunduk, dedi.”
Edirne, heykel, çelenk doğru, Serdengeçti ağabeyimizin şaşırması doğru, yanına Yaşar Hoca’nın (Tunagür) geldiği ve verdiği cevap doğru. Dolayısıyla ikinci kere şaşırması doğru. Hafızamdan eminim.
Konu nerden buraya gelmişti ve Serdengeçti ağabey bu anektodu niçin anlatmıştı ve Edirne’ye ne zaman gitmişti? Aklımda izi kalmamış.
Bu kadarı niçin kalmış, önceleri de düşünmüşümdür. Anılan isimden olsa gerek.
O yıllarda o ismi başka yerlerde de duymuş olmalıyımki, o ilginç anıyı muhafaza etmişim.
Fatih camiinde cenaze namazını kıldığımız rahmetli Yaşar Tunagür hoca’ya, Serdengeçti ağabeyimizin “Bizim Yaşar” demesini duymuştum; çok saygı duyduğum ve üstümde emeğinin olduğunu bildiğim rahmetli Muammer Dolmacı ağabeyin de oğlu Mehmet’e itibar ettiğini görmüştüm.
Şimdi acaba diyorum, Serdengeçti ağabeyimizi şaşırtan çelenk koyma eylemi başka birinin mi icadıydı? Olsa ne olur, denmesin. Döşenen taşlardan biri de o olay olamaz mı?