Temeldeki Yanlış

Abone Ol

Düşünce tarihinin asla ihmal edilmemesi gereken görev ve işlevlerinin başında gelen önemli niteliğinin biri de, yerleşik veya yürürlükte olan düşünce sisteminin yerini alacak olan yeni düşünce/lerin varlığını dikkatli bir şekilde bildirmek, tesbit etmektir. Bu işlemler belli konuların, sorunların, içeriklerin farklılıklarının, kendine özgülüklerin, ilk olarak ortaya konulmalarının tesbit edilmesi yanında, yerleşik ve kullanılmakta olan kavramlara, kurallara, ilkelere, elbette yöntemlere nasıl anlamlar verildiğini de kapsar. Öncelikle bir düşüncenin sistem veya dizge düzeyine ulaşması, belli bir süreci gerektirir ve bu süreç içinde o düşüncenin veya kavramın devamlılık niteliğini gerçekleştirmiş olması beklenir. Bu devamlılık mekân ve zaman itibarıyla çok çeşitli görünüşte kendini ortaya koyabilir. Bu devamlılık veya süreklilik, kimi zaman “düşünce geleneği” şeklinde de adlandırılmaktadır. Bu bağlamda “gelenek” durağanlığı, sabitliği, değişmezliği değil, düşünme eyleminin varoluşunu, canlılığını, yeni görünüşler olarak ortaya çıkabilmeyi ifade eder.

Felsefe tarihi de, ilk bakışta aynı şeyi yapar gibi görünür ki, çoğunlukla bu anlayış ve yaklaşım ağırlıktadır. Oysa, felsefe tarihi, “felsefe” kavramına yüklenen anlam sınırları içinde kalan düşünceyi konu edinir, öyle olması felsefenin varlığını sürdürmesi bakımından bir gerekliliktir. Buna karşılık genel olarak düşünce tarihi, basit bir tanımlamayla, olgularla doğrudan veya dolaylı bağ kurulabilen düşünceyi ele alıp incelemek, irdelemekle yükümlüdür. Bu arada, birtakım yargılar kurmak durumunda da kalabilir, ama bu yargılar, genel bir önerme düzeyinde değerlendirilemez, sadece özel veya öznel yorumlar, değerlendirmeler olarak ilgi görürler.

Ele alınıp irdelenmesi, tartışılması gereğini öteden beri hissettiren, hatta zorunlu kılan “iktidar” olgu ve kavramı üzerinde durulabilir. Daha önceleri birkaç yazıda bu konuya yer verilmişti. Neden?

Belli bir konuya ilişkin düşünce ve kavram hakkında, hemen genelleme yapmaya ve yargı kurmaya yönelmek, istisnai olarak, bazen kaçınılmaz olsa bile, düşüncenin sürekliliği ya da düşünce geleneğinin doğal gelişimini sakatlayabilir, hatta umulmadık tehlikelere de kapı aralayabilir. “İktidar” olgu ve kavramı, bu bakımdan anahtar olma niteliği taşımaktadır. Bir düşünce sisteminde iktidar olgu ve kavramı merkeze yerleştirildiği takdirde, o düşüncenin özünü, amacını, işlevini, görevlerini, yararlarını, aynı zamanda istenmese de zararlarını, kendi özüne dahil ederek soğurur, emer, dönüştürür, başkalaştırır, hatta yabancılaştırır. İktidar olgusunun ve kavramının bu şekilde kavranması, tarihte bakıldığında, nasıl yıkımlara, çatışmalara, savaşlara yol açtığını gözlemlemek mümkündür. Özellikle de, insanlığın, toplumların uzun bir süreçte biriktirip meydana getirdiği kültür, uygarlık, düşünce, bilim, sanat ve edebiyat, ayrıca yaşama tarzlarını nasıl yok ettiği açık bir şekilde tesbit edilebilir. Manevi birikimlerin, gelişimlerin, verimlerin yanında, maddi yönlerden de, iktidarların getirdiği yıkımları, yoksullukları ve yoksunlukları hesaba katmak gerekir.

Öyle sanıyorum ki, Müslüman toplumlar uzun bir tarihi süreçte, birkaç istisna dışında, Muaviye’nin kişiliğinde ve uygulamasında somutlaşan, iktidar olgu ve kavramının dizginlenemeyen uygulamalarını örnek alageldiği için, bir türlü bu olumsuz cangıldan çıkamamış gibi gözüküyor. İktidar, sadece öngörülebilir nesnel kurallar ve yöntemler sınırları içinde kullanılmamakta, bireysel ve toplumsal hayatın her yönünü, kendi anlayışı temelinde düzenleme, ilga etme, yeniden kurma veya ortadan kaldırma yetkisini mutlak olarak haiz olduğu inancını sürdürmektedir. Oysa, olguların ve olayların yeni kavrayışlarla değerlendirilmesi sonucu, “Devlet” olarak tanımlanan, aslında belli bir toplumun asgari düzeyde siyasi örgütlenmesi sayılan bir yapı ortaya çıkmıştır. Aynı doğrultuda, insanın toplumsal bir varlık olarak tanımlanmasının genel kabul görmesiyle, “Birey”in bir özne kimliği kazandığı ve bu özneliğini korumak, geliştirmek ve sürdürmek için maddi ve manevi birtakım kişiliğinden ayrılamaz hak ve özgürlüklerle donatık (mücehhez) bir varlık olduğu, genel geçer bir anlayışa dönüşmüştür. Bireyin, bu hak ve özgürlüklerin öznesi olması dolayısıyla, “Devlet” başta olmak üzere, siyasi iktidarı, haydi haydi sınırlandırdığı bir gerçekliktir. Sözgelimi, mutlak iktidara sahip olan Devlet’e karşı, birey, sahip olduğu küçücük bahçesini elinden almak istediğinde, dilekçe, dava hakkı olarak haklarını harekete geçirebilmekte, o mutlak gücü durdurabilmektedir. Nasıl olsa iktidar bendedir, istediğim yere saray yaparım, istediğim kimsenin mal varlığına el koyarım, müsadere ederim, dilediğimi hapislerde çürütürüm diyemez. Ama iktidar onda, güç onda! Hak, adalet, haysiyet, insani değerler ise bireyde, insanda!