Tekfircilik hareketinin siyasal anlamı

Abone Ol

İslam dünyasında tekfircilik hareketi çok erken bir

dönemde başlamıştır. Tarihçilerin verdiği bilgilere göre bu kavramı siyasal bir

anlamda ilk kez Sıffin savaşında hakem kararının kabul edilmesi, bu sorunun

hakeme sunulmasını kabul etmeyen Hz. Ali ordusundaki bazı kişilerce ortaya

atılmış ve bu kişiler daha sonra harici düşüncesinin kurucuları olmuşlardır.

Her ne kadar Hariciler öncesinde de tekfir kavramı

kullanılıyor olsa da bunu siyasal anlamda bir tepki ve yönetimin meşruiyetini

sorgulayan bir anlayışa hariciler getirmiştir. Bu olaydan sonra, tekfircilik

yaygınlaşmış olsa da genelde bu kavram siyasal bir mesaj içermekte olup, mevcut

yönetime başkaldırı ve meşruiyetini yok sayma olarak görülmelidir.

Kelam kitaplarının yazdığı gibi, olayı salt akidevi bir

şekilde değerlendirmek, dönemin koşullarında ortaya çıkan tarihsel olaylara

dini boya ile boyamak anlamına gelir. Her ne kadar dini bir terminoloji

kullanılıyor olsa da buradaki maksat siyasidir ve bu olaya da böyle yaklaşmak

gerekir. Çünkü mevcut Müslüman devletlerin dayandıkları meşruiyet İslam

olduğundan, saldırı da bu yönden yapılmaktadır. Yoksa burada kast edilen gerçek

anlamda o kişilerin kâfir olduğu anlamı değildir. Kast edilen, onların İslam ın

hükümlerinden ayrıldıkları, yönetimlerinin gayri İslami olduğu, yönetme

meşruiyetlerinin bulunmadığıdır.

Tekfircilik hareketi her ne kadar Haricilikle başlamış

olsa da bu kavramın taşıdığı sert muhalefet ve etkiden dolayı daha sonraki

dönemlerde başka fırka veya gruplar da muarızlarını aynı silahla vurma

kolaycılığına yönelecek, böylece kendilerini benimsemeyen herkesi tekfir

edeceklerdir. Buradaki amaç da aslında dinden çıkma değil haraca mille yani

toplumdan çıkma, gayrı meşru olma, yanlış olma anlamındadır. Buradaki tekfir,

onların imani değil, siyasi duruşlarına bir tepkidir.

İlk dönemde tüm fırkalar meşruiyetlerini dini argümanlara

dayandırdığından, haliyle siyasetlerini de bu kavramlarla yapacaklardır. Bu ayrımı

da sonraki âlimler ortaya çıkaracak ve onların tekfiri küfrün duna küfür yani

dinden çıkarmayan küfürdür diye belirteceklerdir. Çünkü bu kavram artık dini

bir mahiyetten siyasi bir mahiyete bürünecek, tüm fırkaların çok rahatça

birbirlerini itham edecekleri bir hale gelecektir. Bu nedenle dinden akidevi

anlamda çıkartan küfür ile siyasallaşmış küfrün ayrımını iyi yapmak

gerekiyordu.

Tabi ki bu kavram beraberinde dinden çıkmanın ölçütü

tartışmasını getirecektir. Haricilerin ameli imana dâhil ederek, ameli olmayanı

kâfir kabul etmesine reaksiyon olarak, ameli imandan saymayan mürci fikri

doğacaktır. Zamanla Ehli Sünnet bu iki unsur arasında orta yolu bulmaya

çalışacak, amelsiz olanın günahkâr olacağı ve günahı kadar cehennemde kalacağı

kuralını getirecek, kişinin amelsizlikle beraber inkarı getirmiyorsa günahkar

mü min sayacaktır. İnkâr durumunda yani ilgili nasları kabul etmemesi durumunda

küfrüne kail olacaktır. Bu tartışma, namaz kılmayanın durumunu da gündeme

getirecektir. Genelde fıkıh mezheplerinin namaz kılmayanı kâfir ve katlini

vacip görmesinin arkasındaki ana etken namazı inkâr etme düşüncesi yatmaktadır.

Namazı inkâr etmeyen ama tembelliğinden dolayı kılmayan ise günahkâr sayılması

gerekir. Zaten namaz kılmayanı kâfir saydığımızda namazı imanın şartlarına

dâhil etmemiz gerekirdi. Böyle bir şey de olmadığından imanın bir inanç icap ve

kabul olduğu göz önünde tutulduğundan bu şekilde değerlendirmek daha doğru

olmaktadır.

Fakat İslam kültüründeki selefi hareket, her şeyde olduğu

gibi olayın zahirine bakarak yaklaştığından bu küfür/tekfir olayını da yanlış

değerlendirme ve her harekete küfür damgasını vurmaktan çekinmemektedir.

Böylece tarihimizdeki tekfirin siyasal amaçlı kullanımını görmeyerek, bunu

akidevi anlamda kullanma eğilimini göstermektedir. Bu da tarih ile birlikte

olaylara bakmamanın yanlış sonucu olduğu gibi, olayları kendi döneminin soysal,

kültürel ve ekonomik şartları içerisinde değerlendirmemenin bir tezahürüdür. Bu

aynı zamanda İslami alanda çalışanların ne kadar güçlü bir tarih bilgisine

ihtiyaç olduğunu da göstermektedir.

Şunun altının net olarak çizilmesi gerekir ki; İman, kul

ile Rabbi arasındaki bir bağdır. Kabul ve Red içerir. Kimsenin bir başkasını

dinden çıkarma, sen kâfir oldun diyerek aforoz etme yetkisi bulunmamaktadır. İslam

devletinde kadının şikâyet üzerine kişiyi sorguya çekme, yani Müslüman olup

olmadığını sorgulama hakkı bulunmaktadır. Bunun dışındaki kişilerin böyle bir

yetkisi bulunmamaktadır.