Tehdit ve mağduriyet arasında Müslümanlar

Abone Ol

Bir özne olmaktan uzaklaşan Müslümanların kendilerine biçilen rolü oynamaktan, kendilerine giydirilen kavramsal çerçeveye hapsolmaktan başka çareleri yok sanırım. Çünkü özne olabilecek ontolojik ve epistemolojik müktesebatı harekete geçirmeden tarihin sayfalarında kaybolan bir zihnin özne olmasını bekleyemeyiz. Bundan dolayı tanımlanan konumunda kalan Müslümanlar, bütün enerjilerini bu tanımlamaları aşmak için kullanmak zorunda kalıyor. Yazının başlığı da aslında bu gerçekliği ifade etmek için kullanılmıştır.

Müslümanlar neden mağdur ve mağdur oldukları halde küresel sistem içerisinde aynı zamanda neden tehdit olarak görülebiliyor?

Müslümanların hem tehdit olarak algılanması hem de dünya sistemi içinde mağdur edilmeleri arasında ilk bakışta çelişkili görünen ama aslında yapısal olarak iç içe geçmiş bir ilişki vardır. Bu durum, algı ile gerçeklik arasındaki çarpıtılmış çelişki olarak okunabilir. Küresel sistem içerisinde alternatif bir sistemin imkânı ancak Müslümanların membaından çıkabilir. Bunun farkında olanların başvurduğu temel kurgu, Müslümanları mağdur bırakılma ve tehdit gösterilme arasında sıkıştırılmasıdır. Enerjilerini bu iki tanımlamayı aşmak için kullanan Müslüman toplumlar küresel sistemin periferisinde yani ekonomik, siyasal ve askeri güç merkezlerinin dışında konumlanmak zorunda kalmışlardır.   

Müslümanların tehdit olarak görülmesi, büyük ölçüde sistematik olarak üretilmiş bir kurgudan ibarettir. Bu kurgunun Batı toplumlarında güvenlik politikalarının meşrulaştırılması, Müslüman ülkelerdeki askeri müdahalelerin haklı gösterilmesi için kullanıldığı aşikâr. Tehdit algısı aslında bir gerçekliği ifade etmiyor, siyasal ve kültürel araçlarla inşa edilmiş bir kontrol mekanizması olarak kullanılıyor.

Gerçekteki durum ise Müslüman toplumların mağduriyetinden ibarettir. Müslüman ülkelerin büyük kısmı sömürge sonrası bağımlılık ilişkileri, iç çatışmalar, siyasi istikrarsızlık ve ekonomik yoksullukla karşı karşıya. Küresel düzeyde en çok mülteci veren, en çok savaş mağduru çıkaran ve en az insani gelişmişlik göstergelerine sahip coğrafyalar Müslüman ülkelerdedir. Filistin, Keşmir, Arakan, Doğu Türkistan, Yemen, Suriye, Irak, Afganistan gibi bölgelerde Müslümanlar doğrudan şiddete, işgale, göçe ve sistematik hak ihlallerine maruz kalıyor. Gerçeklik, Müslümanların tehdit olmaktan ziyade mağdur, zayıf ve dışlanmış bir pozisyonda olduğunu ortaya koyuyor.

Bu çelişki, yani tehdit gibi gösterilenin aslında mağdur olması, bilinçli bir siyasal stratejinin parçasıdır. Müslümanların tehdit olarak sunulması, onlara karşı uygulanan askeri, ekonomik ve kültürel baskıların meşrulaştırılması için kullanılmaktadır. Tehdit algısı, mağduriyetin kaynağıdır; yani Müslümanların maruz kaldığı zulmün bahanesi, yine onlara atfedilen hayali bir tehdit üzerinden kurulmaktadır. Bu mantıkla, hem Batı’daki İslamofobik politikaları, hem de Orta Doğu’daki dış müdahaleleri haklı çıkarmak amaçlanıyor.

Bu çelişkili durumdan mağduriyeti içselleştirenler geçmişi hamasi bir yük olarak taşımayı, tehdit kurgusunu içselleştiren ise küresel sisteme dâhil olmak için geçmişi bütünüyle yük görmeyi tercih etmişlerdir. Bu çelişkili kavrayış kimlik krizi, zihni bölünmüşlük ve özgüven eksikliğine de yol açmıştır. Bu şekilde süregiden durum İslam dünyasının kendi kaderini tayin hakkını elinden alan, onu ya pasifleştiren ya da kriminalize eden bir düzeni besler. Bu tezatın aşılması, Müslümanların zihinsel bağımsızlıklarını, politik özerkliklerini ve kolektif dayanışma ağlarını güçlendirmesiyle mümkündür.