Tasavvuf konusunda fıkıh adamlarının aykırı görüşleri olması, inceliklerini bilmedikleri tarikat faaliyetlerine soğuk bakmaları anlaşılabilir bir şeydir de sanat ve edebiyat adamlarının benzeri bir sekterliğe düşmeleri kolay anlaşılıp açıklanabilecek bir tavır değildir. Çünkü sanat bir yönüyle keşif faaliyetidir ve kalpleri keşfe çıkan tasavvuf kültürüyle bir çok bakımdan benzerlik gösterir. Önemli olan referanslarının ve kaynaklarının sağlıklı olmasıdır.
Şair sultanlar kadar, şair evliyâların da tarihimizde, kültür mirasımızda büyük bir yeri var. Şiir ise sanatların en yücesi, en üstünüdür Şiir duygusu olmayan sanat eserine eser demek, onun geniş kitlelere veya gelecek yüzyıllara ulaşabileceğine hükmetmek mümkün değildir. Çünkü bize kadar ulaşan antik çağ eserleriyle çağdaş metinlerin ortak paydası, taşıdıkları şiir duygusundan başka bir şey değildir.
Aşk ise insanın varlığı, hayatı, insanı ve sevgiyi kavrayışının en tutkulu ifadesidir. Bunların birbiriyle buluşmasından daha tabii bir şey olamaz. İnsanî sevgiye ilâhî aşka ulaşmanın köprüsü gözüyle bakanların şiir başta olmak üzere sanatın pek çok türüyle ilgilenmesi çok tabii. Tarih boyunca da böyle olmuştur bu...
Ahmet Yesevi yolunda şiirler söyleyen ve Haçlı Seferleri ile Moğol Akınları arasında sıkışan Anadolu insanının yeni bir hayat tarzını geliştirebilmesi tasavvuf kültürü sayesinde mümkün olmuştur. Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Bayram ve Hacı Bektaş Veli gibi şahsiyetler Müslüman Türk kimliğini ortaya koydular. M.Fuat Köprülü nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı geniş incelemesi, evliyaların kültürümüzün teşekkülüne katkılarını ve bu toprakları yurt edinmemizdeki köklü etkilerini ortaya koyacak niteliktedir.
Abdülhak Hamid deki metafizik duyarlık Necip Fazıl ın şiirinde mistik duyarlığa dönüşmüş, Asaf Hâlet ve Sezai Karakoç un şiirinde büsbütün tasavvufi kaynaklara yönelmiştir. Behçet Necatigil ve Hilmi Yavuz, bu kültürden yararlanan şiirleriyle dikkati çekmişlerdir. Kısacası, tasavvuf şiirimizin en önemli kaynağı.
Tasavvufun kültürümüzdeki yeri
Tasavvufun İslâm kültüründeki yeri, onun güzelliğini de ortaya koyacak niteliktedir. Bin yıl önce İslâm ın Anadolu da, Hindistan da yayılması ile bugünlerde Avrupa da yayılması, benimsenmesi birbirine çok benziyor. Batılılar arasında önemli düşünürlerin bile ilim ve fikir eserlerinden çok tarikat mensuplarından, mistik akımlardan etkilenerek İslâm a yöneldikleri söyleniyor. Çünkü tasavvuf insanın iç dünyasını, olağanüstülüğe iştiyâkını, ruhî terbiyenin gerektirdiği derûnî sohbetleri ön plana alıyor. Gerek ilhama bağlı sohbetler ve gerekse menâkıp geleneğindeki fevkalâde olaylar insanı derinden kavrıyor, insanı derinden etkiliyor..
Kültürümüzün en önemli kaynaklarından biri olan tasavvuf, irfanın olmazsa olmazıdır ve batılı kültür adamıyla doğulunun arasındaki en önemli fark irfan farkıdır. Ârif olmadan âlim ve sanatkâr olmak anlamsız.
Sanat ve edebiyat insanın hayatı kavrama ve ifade etme yollarından biridir. Aynı hedefe yönelen bilim ve felsefeden farklı, ama zaman zaman onlara üstün tarafları olan bir idrak ve ifade tarzıdır. İlâhî aşkın tutkunlarının sanata ilgi duyması kadar tabii bir şey olamaz. Çünkü insanlara söyleyecek bir sözünüz veya mesajınız varsa, bunu en iyi sanatkârâne bir üslûpla ulaştırabilirsiniz. İnsanları gönülden fethetmenin yolu, ona en uygun dili bulmaktan geçiyor. Bu bakımdan tasavvuf, insanı derinliğine kavrama çabasında vazgeçilemez.
Tasavvuftan yararlanmak ona inanmadan, sırf öyle görünmek için yapılırsa, oryantalistlerin yaptığına benzer bir şey olur. Batılılar da tam olarak böyle görüyorlar tasavvufu: Şarka özgü bir çeşit estetik oyun ve semboller dünyası... Bu anlayışı oryantalizmin bir görüntüsü olarak değerlendirenler büsbütün haksız sayılmazlar. Fakat bu da yeni bir şey değildir. Pek çok divan ve halk şairi de ehli tarik olmadığı halde, onların mazmunlarını ve mecazlarını kullanmışlardır. Fakat bu şekilde tasavvuftan yararlanma çabası hiç bir zaman onları Yunus Emre, Nesîmî, Şeyh Galip seviyesine çıkaramamıştır. Bu yüzden de tasavvuftan yararlanmaya çalışırken, onu malzeme olarak kullanmak yerine, onu mesele edinmek çok daha önemli bence.
Şiirde olduğu kadar batılı edebiyatla ortaya konan hikâye ve romanda da tasavvufun izleri görülür. Filibeli Ahmet Hilmi nin Âmâk-ı Hayâl adlı roman denemesiyle Samiha Ayverdi nin Mesih Paşa İmamı ndan sonra yayınladığı bütün romanlarda böyle bir bakış açısı görülür. Ayrıca Halide Edip Sinekli Bakkal da, Yakup Kadri Nur Baba da, Refik Halit de Kadınlar Tekkesi nde, konuyu çok farklı bir yönden ele alsalar da tasavvufla, tarikatlarla ilgili insanları anlatırlar. Necip Fazıl ın pek çok hikâyesinde tasavvufi duyuş görülür.
Modernleşmenin bir aracı kabul edildiği dönemler boyunca, yani Halit Ziya dan beri çağdaş Türk romanı yalnız tasavvufla ilgisiz değil, bu toplumun diniyle de alâkasız görünmeyi tercih etmiştir. Meselâ Mai ve Siyah ın kahramanı Ahmet Cemil, Süleymaniye Mahallesi nde bulunan bir evde oturur da onca sıkıntı arasında bir an için bile olsa dünya çapındaki şaheserin minarelerini görmez, göremez. Bu insanın hiç bir gün ibadet ihtiyacı yoktur. Bir takım "mai hayalleri" vardır, bunlar "siyah hakikatler" önünde iflâs eder, o da intihar eder gibi Anadolu daki memuriyete gider... Pek çok romancı da bu bakış tarzından yola çıktığı için, ne dinî hayat ve ne de tasavvufî kültüre romanlarında yer vermezler, bin yıllık kültürü görmezden gelirler. Bunların günümüzdeki mensuplarına da kısaca "mürteci" damgasını vuran resmî ideolojnin sözcülüğünü yapmayı tercih ederler.
Peyami Safa ile A. H. Tanpınar ve Tarık Buğra bazı romanlarında tasavvufun hayatımıza ve kültürümüze etkilerinden söz ederler, bazı ehl-i tariklerin tavırlarını yansıtırlar. Fakat asıl tasavvuf kültürü, temsilcileriyle günümüzde bu hayatı yaşamaya çalışanların düşünce ve dünya görüşleri Necip Fazıl ın eserlerinde ifadesini bulur. Gerek çağdaş bir siyer denemesi olan Çöle İnen Nur çizgisindeki eserleri ve gerekse O ve Ben gibi biyografik eserlerinde ve pek çok hikâlesinde kendine özgü bir "anlatı" dili geliştiren Necip Fazıl, mistik bir duyarlığın sır yolundan Mutlak Hakikat e varmak özlemini ortaya koyar. "Ruh Burkuntularından Hikâyeler" adıyla yayınladığı hikâyelerinden sonra yazdığı bu tür eserleriyle çağdaş duyarlığın ufuklarını geliştiren Necip Fazıl, yalnız ülkemiz için değil, bütün İslâm dünyası için yeni sayılabilecek bir tavrın sahibi olarak çok kişiyi etkilemiştir. Onun üslubundaki okuyucusunu saran çarpıcılığın kaynağı mistik duyarlığıdır.
Yeni hikaye ve romanımızın tasavvufa bakışı
Rasim Özdenören in Denize Açılan Kapı adlı hikâye kitabı ile Afet Ilgaz ın son romanlarından Ermiş, biraz önce sözünü ettiğim tutumun içerden bakışla yazılmış örneklerini ortaya koyuyor. Bunlarda bir şeyhe intisap eden müridin halleri anlatılıyor. Kemal Tahir in romanlarındaki dervişler hep esrar içip garip işler yaparlar. Mustafa Kutlu nun Sır adlı kitabında toplanan bir dizi hikâyede durum ikisinden de farklı. Afet Ilgaz ile Rasim Özdenören in tavrı bu kültüre inanan sanatçıların tavrı. Kemal Tahir ise, pek çok şey gibi tasavvufa da inanmadığını ifade ediyor ve bütün bunların eğlenceli, ustaca kurgulanmış bir romanın malzemeleri olduğunu hissettiriyor. Yani dışardan bakan ve ondan, tasavvufun fantezi görünen kültürel motiflerinden yararlanmaya çalıştığını belli ediyor.
Rasim Özdenören de samimiyet, Kemal Tahir de ise ustalık ön planda. Mustafa Kutlu ise İslâmî dünya görüşüne mensup bir yazar olarak, günümüzde yaşayan bir şeyh efendiyi muğlak bir tavırla anlatmaya çalışıyor. Burada anlatılan kişi, Nur Baba daki veya Kadınlar Tekkesi ndeki gibi biri midir, yoksa gerçekten bir şeyh efendi midir; bu pek anlaşılmıyor. Müridlerine yöneltilen eleştiriyel bakıştan şeyh efendi de nasibini alıyor ve tasavvufun hakikati Sır da güme gidiyor. Mustafa Kutlu nun anlattıklarına inanıp inanmaması da pek önemli görünmüyor. Önemli olan, müridlerine hakim olamayan, onların yörüngesine girdiği için kendini tanıyamayacak kadar değiştiğini farkeden bir efendinin "sır olması"dır. Bu ne kadar mümkündür; yani gerçek bir şeyh ise müridleri tarafından istemediği kadar değiştirilebilir mi, böylesine âciz birinin iradesinden söz edilebilir mi Eğer sahte bir şeyh ise, neden belirtilmez
Estetik kültür almış, temel sanatları bilenlerle konuyla ilgili yeterli hazırlığa sahip olanların farkedebileceği önemli bir incelik var: Sanat eserinin konusu ile sanatçının bu konuyu ele alarak ortaya koymak istediği mesaj arasında bir bütünlük olursa, orada mutlu bir başarıdan söz edilebilir. Eğer konunuz ile mesajınız birbirine ters ise, ortada ciddî bir çelişki var demektir. Bu toplumda Yakup Kadri nin Nur Baba adlı romanıyla bütün tarikat mensupları karalanmıştır. Tekke ve zaviyeleri kapatanlar da bu romanda anlatılanları gerçek zannetmişlerdir... Yalnız bugün değil, tarih boyunca bu yolun sahtekârları olmuştur. Reşat Nuri Miskinler Tekkesi nde, Refik Halit de Kadınlar Tekkesi nde bunun hakikatine hiç değinmeden sahte şeylerle dervişleri anlatmışlardır. Böylece Cumhuriyet in laik uygulamalarının haklı ve gerekli olduğunu isbat etmişlerdir. İlk olarak Necip Fazıl tasavvufun asıl hakikatini anlatmıştır.
Bu ortamda, Mustafa Kutlu nun Sır daki tutumu bana biraz Kemal Tahir in Devlet Ana adlı romanındaki tavrını hatırlatıyor. Burada Osman Gazi ye akıl veren kurnaz bir kayınpeder gibi çizilen Şeyh Edebali ile esrar çeken bir derviş gibi anlatılan Yunus Emre yi hatırlıyoruz ister istemez... O da "kamusal bilinç" adını verdiği bir realiteyi metafizik gerçekliğinden sıyırarak anlatıyor ve "sır" tarafını hiç umursamıyordu. Onu hatırlatan Mustafa Kutlu bence şaşkın bir tavrı yansıtıyor, çünkü dünya görüşü Kemal Tahir in dünya görüşünden farklı. Fakat ustalara ve ustalıklara hayran olur, sonra da kendi yolunuzu kaybedebilirsiniz.
Orhan Pamuk ve Ahmet Altan gibi İslam tasavvufuna inanmadan, bunu bir geleneğin yansıması olarak görüp o kültürden yararlanarak roman yazanlar da var. Bütün bunlar Yahya Kemal, Âkif ve Necip Fazıl gibi bir samimiyetle eser veremedikleri için, eserlerinin ifade ettiği gerçekler de öyle yüzeysel kalmaktadır. Tasavvuf gibi hakikati kavramaya ait bir kültür birikimine ve hayatın özüne farklı bakış, sadece naif bir tavırla ele alınamaz. Bir sanat eseri ise, her zaman sanatçısı yanında zâti özellikleriyle de değerlendirilebilir.