Tarikatlar, avama kapılarını artık kapatmalı…

Abone Ol

Avam ve havas denildiğinde ilk akla gelen şey 'alt tabaka' ve 'üst tabaka'dır...

Bir anlamda ilim sahibine havas, olmayana ise avam denir.

İki profesör düşünelim, birisi hem tıpta hem İslami ilimlerde varlık sahibi, yani uzman olsun, diğeri ise sadece tıp konusunda uzman olsun; birincisi tıp ve İslami ilimler konusunda havas sayılırken, diğer profesör tıp konusunda havas, İslami ilimler konusunda ise avam konumunda olmuş oluyor.

Tasavvufta da böyledir…

Herhangi bir şahıs, tasavvuf konusunda istidadı ve ilmi varsa havas, yoksa avam olarak adlandırılır.

Örneğin, maddi olarak zengin birisinin tasavvuf konusunda istidadı yoksa variyet konusunda havas olarak bilinse de tasavvuf ilmince avam olarak görülür.

Yine şehirde yaşayan ehli olmayan birisi tasavvufun 'avam'ı olabilirken, dağ başında yaşayan bir köylü de tasavvufun 'havas'ı olabilir.

Ve özellikle Osmanlı döneminde onlarca tarikatın temel hedefi, havas insanı yani ‘insan-ı kamil’ yetiştirmek üzerine olmuştur. Havasın ilmine sahip olmak isteyen bir şahıs, seyri sülük yolunda tasavvuf ilminin inceliklerine vakıf olmayı hedefler.

Eğer bir salikte, tasavvufun temel esaslarına dair kısmi bir sabırsızlık görüldüğünde ‘evladım bu iş senin işin değil’ denilerek o şahıs tekkeden gönderilirdi.

Çünkü kamil bir insan olmak için; sabır göstermek, çile çekmek, hizmet etmek, tasavvufun o uçsuz bucaksız menziline ulaşmak, dünyayı talep etmekten uzak durmak önemlidir ve her an Allah’la beraber olmanın haline ulaşmak için çaba sarf edilmiştir. Ve ‘hâl ehli’ olmak için büyük gayretler gösterilmiştir. Bunu da havas ruhlu tasavvuf erbabı, sabır ve irfanla gerçekleştirirdi.

Bu anlayışla asırlara sari olan bu tasavvuf yolu, ta ki Cumhuriyete kadar büyük gayretlerle gelebildi.

Cumhuriyet sonrası evrede de tarikatlar, toplumda İslam’ın iman esaslarına dair sorunların baş göstermesinin ardından kapılarını sonuna kadar toplumun bütün kesimlerine yani avama açmak zorunda kaldı. Ve iman ve irşat faaliyetlerini beraberce o günün resmi ideolojisinin baskılarına rağmen sabırla sürdürdüler.

Ancak yıllar içinde bu faaliyetler, bazı sorunları da beraberinde getirdi ve günümüze kadar bir şekilde bu tarikatlar, varlığını sürdürdü ve sürdürmeye de devam ediyor.

Burada vurgu yapmak istediğimiz konu şudur: Özellikle tarikatlar üzerinden bir tartışma ortaya çıktığında toplumun belirli kesiminde kapatılmasıyla ilgili çıkışlar geliyor.

Bu kapatılma konusu geçmişte sonuç vermediği gibi bugün de sonuç vermeyecektir. Devletin eli, bir yere bulaştığı zaman orası başka bir soruna dönüyor. Çünkü sosyolojiyi ihmal eden değişim ve dönüşümler, sorunun daha da büyümesine neden olarak tekrar önümüze gelir.

Ancak tarikatların özüne dönmesiyle ilgili büyük bir talep elbette ki vardır. Bu öze dönüşü de ancak o tarikatın kendi mensupları gerçekleştirilebilir. Bunun en güzel yolu da Osmanlı döneminde olduğu gibi nicelik (sayı) üzerinden değil, nitelik üzerinden olacaktır.

Bu noktada, dün materyalizmin pik yaptığı dönemde ateizmin yaygınlaşma sürecinde tarikatlar ve cemaatler, önemli bir vazife icra ederken, bugün deizm gibi benzer bir krize karşı ise aynı vazifeyi neredeyse icra edemez hale geldiler.

Yine dün, bu zararlı akımlara karşı büyük bir vazife üstlenen cemaat ve tarikatlar, bugünün gençlerine ulaşmakta zorluk yaşıyor ve kamil bir insan yetiştirme konusunda istenilen sonuca ulaşamıyor. Üstüne siyasal yozlaşmanın da getirdiği sorunlar da söz konusu sürece eklenince dün çileye talip olan tarikatlar, bugünün konfor alanında büyük tutarlılık sorunu yaşıyor.

Bu zorluklar içinde bir şeye karar verilmelidir. Gerçekte 'kamil insan' yetiştirme gayreti var mıdır? Varsa bu mevcut görüntü tasavvufun ruhunu gerçek manada yansıtıyor mu? Yansıtmıyorsa hangi adımlar atılmalıdır? Bu sorular cevaplandırılmalıdır.

Çünkü gerçek tasavvuf yolu, bir kitle hareketi değildir, olmamalıdır. Tabii ki Kur’an-ı Kerim, fıkıh, akaid, hadis öğretimi konusunda toplumun bütün kesimlerine ulaşılmalıdır; ancak bunun yoluyla tasavvufun yöntemi aynı olmamalıdır.

Dolayısıyla Cumhuriyet'in ilk dönemindeki inanç kriziyle kapılarını avama açan tarikatlar, yine dönemin şartlarından ötürü artık kapılarını avama kapamalıdır.

Çünkü az konuşması gerekirken çok konuşan, az yemesi gerekirken çok yiyen, dünyayı talep etmemesi gerekirken dünyacı görüntü veren, 'hoca' diye ortada dolan bazı şahısların söylemleri ve davranışları, bu müstesna yolun gidişatına artık büyük zararlar veriyor.  

Üstelik hele de temel itikat ve ilmihal bilgisine sahip olmayan insanlara, tasavvufun derin meselelerini anlatmak ve uluorta yerde bu konuları tartışmak, sorunları hepten içinden çıkılmaz hale getirmektir.

Ortaya çıkan bu tabloda bugün kimse kendi tarikatının sayısıyla övünmemelidir.

Hele o sayılar üzerinden sistem içerisinde nüfuz alanları oluşturmak, makam elde etme savaşlarına girmek ise tasavvufun ruhuyla başlı başına çelişmektedir.

Ebul Vefa Hazretlerinin, İstanbul’u fetheden, Fatih Sultan Mehmet’i tekkesine almamasını anlamayanlar, maalesef bugünün dünyasında, dünya menfaatini elde etmede yarışır oldular.

Dolayısıyla manevi merkezlerin yani tarikatların, övüneceği tek şey bu şartlar altında ‘kaç kamil insan yetiştirebildim ve yetiştirebilirim’ olmalıdır. Bu kadar dağılmışlığı, ancak bu sorulara bulunan doğru cevaplar toparlayabilir.

Çünkü büyük değişimler kitlelerle değil, o kitlelerin gönüllerini fethetmiş az sayıdaki havas ilmine sahip, kemalata ulaşmış, kamil insanların varlığıyla gerçekleşir ve toplumsal yozlaşma da yine bu gönül insanlarıyla bertaraf edilir.

Sözümüzü gönül sultanı Ebu'l Hasan el-Harakani Hazretlerinin sözüyle bitirelim: "Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz. Dünya hırsına sahip alim, ilimden yoksun sufi."