Tarih fanatizmi yahut ütopya fetişizmi

Abone Ol

Bizim için asıl miras, ne mâzidedir, ne de Garp’dadır; önümüzde çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımızdadır. Onu yakaladığımız, onun meseleleri üzerinde durduğumuz, onlarla yoğrulduğumuz, bu meseleleri fikir hayatımızın zarurî yol uğrakları gibi değil, temeli olarak kabul ettiğimiz zaman tarihin ve hususî coğrafyamızın bize yüklediği büyük role erişeceğiz. O zaman “devam” ın zinciri tekrar içimizde bağlanacak ve biz muasır dünyada, birleştirici çehremizle ve bu çehreyi teşkil eden hayat çerçevesi ile kendimize layık yeri alacağız.” Bu cümlelerle nihayete bağlıyor Ahmet Hamdi Tanpınar “Yaşadığım Gibi” de yer alan Asıl Kaynak isimli yazısını. (Ülkü, 16 Nisan 1943)

Tarih dediğimiz mesele sadece geçmişe ait verileri ve bunlara ilişkin düşünceleri mi kapsar? Yoksa daha fazlasını mı? Bu konularda keskin hükümler vermek elbette sakıncalıdır ancak düşünmeden de edemeyiz. Hayatın maziden atiye akan bir ırmak olduğu kanaati zihnimizde üstün geliyorsa terakkinin vazgeçilmez bir gereklilik olduğunda tereddüt etmeyiz. Bu tereddütsüzlük bizi emin bir yerde mi tutar peki? 

Pozitivist paradigmanın doğurduğu ilerlemeci tarih anlayışı, simetrik bir algı bozukluğuna sebep olmuştur. Ya şimdinin öncesinde olanı ilkel sayacak, karanlık bir mazî algısı üretecek, geleceğe gereğinden fazla anlam yüklemesinde bulunacaksınız ya da geleceğe güvensiz, karamsar bir gözle bakacak ve geçmişi lüzumundan fazla yüceltme yoluna gideceksiniz. Bu iki durum arasında zıtlıktan ziyade bir terslik vardır. Bu tersliği düzeltmek ancak geçmiş ve gelecek arasında doğrusal bir akıştan ziyade bir salınış olduğunu fark etmekle mümkün olabilir. 

Akış, önü alınamazlığa ve dolayısıyla determinizme kapı açan bir metafordur. Salınış ise geçmiş ile gelecek arasında şimdiyi canlandıran bir hareketi ifade eder. Bu hareketten yoksun olmanın sıkıntılarını çektiğimiz zamanları yaşıyoruz. Tarih karşısında simetrik algı bozukluğu tuzağına düşmekten bizi usul ve ilim sahibi olmak koruyabilir. Nitekim ilme dayanmadıktan sonra tarihle övünmek ya da ona sövmek aynı kapıya çıkar. Çıkılan bu kapıda iki tehlike vardır: Birisi tarih fanatizmi diğeri ütopya fetişizmidir. Her iki tehlikenin ortak noktası şimdiki zamanı yani hayatın kendisini ıskalıyor oluşudur. Tanpınar’ın ifadesi ile çözülmemiş yumak gibi önümüzde duran hayatı ıskalamak...

Tarih fanatizmini Garaudy’in kavramsallaştırdığı entegrizm kavramı ile karşılayabiliriz. Garaudy’nin tarifiyle entegrizm “dini veya siyasi olsun bir inancı, tarihin bir önceki döneminde sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır.” (Roger Garaudy-Entegrizm- Pınar Yayınları) Belirli bir tarihî kesitte hakikati sınırlamak gibi son derece mahzurlu bir yaklaşımın ürünü olan bu mantık, tarihin herhangi bir dönemini idealleştirmek üzerine kuruludur. Tüm referanslarını ve meşruiyetini idealleştirilmiş bir döneme hasreden bu düşünce, devasız bir kısırlığa sebep olmaktadır. 

Tarih kendisini sürekli inşa eden canlı bir organizma gibi de düşünülebilir. Onu herhangi bir dönemde dondurup bugüne transfer etmeye çalışmak son derece sorunludur. Bu, günümüz İslâm algısı bakımından da geçerli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Bu sorunun da iki boyutu var kanaatimce. Birincisi koyu, yıkıcı radikalizm;  ikincisi ise aldatıcı romantizm.  Yıkıcı radikal anlayışın İslâm dünyası içinde hatta Batı ülkelerinde kendisine çok rahat müntesip devşirdiği ve hatta örgütlenebildiği zamanları yaşıyoruz. Egemen güçlerin manevra alanını genişleten bu örgütlenmeler temelde bahsettiğimiz zihniyet bozukluğunun ürünüdür. 

Aldatıcı romantizm nedir diye sorulacak olursa Rahmetli Halil İnalcık hocanın Osmanlı özelinde vurguladığı bir kavramı hatırlamakla başlayabiliriz söze. O da “proto-nasyolanizm” dir. Kısaca Osmanlı’yı yüceltme, idealize etme gibi bir romantizmi ifade eden kavram özellikle Osmanlının son dönemlerinde birleştirici bir misyon yüklenerek kullanılmıştır. Balkan savaşları ile başlayan İstiklal Harbi ile neticelenen uzun, zorlu ve maliyetli süreç sonunda kurulan Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Osmanlı vurgusundan uzak bir nasyonalizm benimsenmiştir. Osmanlı tecrübesi atlanarak eski Türk geleneği ile direkt temas kurma denemelerinde bulunulmuştur. Hars kavramı üzerinden Ziya Gökalp’in kurguladığı millet bilinci ana çerçeveyi oluşturmuştur. 

Çok partili hayata geçiş ile birlikte tümüyle reddiyeler üzerine kurulu modernist, jakoben ve yapay tarih algısı siyasî hareketliliğe bağlı olarak sarsılmıştır. Aslını hatırlama, öze dönüş gibi ifadelerle ve daha çok  irrasyonel hatırlama refleksine dayanan romantik tarih algısı kendine yeniden alan açmıştır. “Ulu Hakan- Kızıl Sultan” örneğinde olduğu gibi Osmanlı sultanlarının şahsında gelişen tartışmalar ifrat ve tefrit kıskacında dar bir alana hapsolmuştur. Esasında benzer özellikler gösteren ilerici-gerici, laik-dinci vs.  gibi çözümsüz münakaşalarda korunmak istenen mevzî her iki tarafta konumlananlar açısından karakter olarak aynı ve birbirini besleyen bir tavrı içerir.

Son yıllarda tarihî olay ve kahramanların konu alındığı diziler, popüler tarih yayınları, anma etkinlikleri, kullanılan siyasî dil, sahih bir tarih anlayışı üretmekten oldukça uzaktır. Yapılan şey daha ziyade sözünü ettiğimiz sanal mevzileri koruma adına argüman üretmekten öte bir şey değildir. İşin garip tarafı dramatize edilen tarihî şahsiyetler ve olaylar bağlamında yaşadığımız zamana dönük bir benzetişim kurulmaya hatta üretilen kurguya reel olanı senkronize etme/uydurma çabası dikkat çekmektedir. Bu baskın romantizm güncel siyasal dili ve toplumsal algıyı şekillendirmekte ve selim bir aklın önüne geçmektedir. Tarihî romantizmin bizi heyecanlandıran tarafı, birleştirici yönü her ne kadar inkâr edilemezse de bize kazandırdığı ya da kazandırabileceği irtifa tekrar tartışılmalıdır.