Suikastlar coğrafyasında yaşarken

Abone Ol

SÖKÜK YERİNİ BİR BULSAK, ÖRÜLEN O ÇORAPLARIN

“Coğrafyamızda, özellikle Müslüman ülkelerde kimi gelişmeler dikkat gerektirir. Suikastlar, intihar saldırıları, uçakların veya helikopterlerin düşüşü sıradan bir olay olarak geçiştirilemez. Türkiye dahil yakın zamanlarda birbirine benzer olaylar yaşana gelmektedir. Reisi, İran Cumhurbaşkanı, sıradan bir insan değil. Gelecekteki konumu da önem kazanıyordu.” (22 Mayıs 2024)

“Reisi’nin trajik ölümünün ardından” başlığıyla yazan Ali Haydar Haksal’ın giriş cümlelerini aldık yukarıya.

“Emperyalizmin işgal ve açılım süreci devam ediyor. Türkiye’deki gafillere bunu anlatmak o kadar da zor ki.” Diyen yazarımız Haksal, “Çıkmaz sokak sakinleri”ne bir öğütle bitiriyor, tehlikenin boyutlarını analiz ettiği yazısını.

“Ölen şehit olan bir Müslüman ülkenin cumhurbaşkanı. Ehl-i iman, bundan kimsenin kuşkusu yok. Öyle ise biz kendi milletimizin kimi değerlerini öyle ya da böyle sahiplenmek durumundayız. En olumsuzları bile emperyallerden, Haçlılardan çok daha değerlidir. Çünkü onlar Müslümandır.”

Bu son cümleleri sevgili Ali Haydar Haksal’ın, bana, rahmetli Emin Işık Hoca’nın Nimet Abla Camiinde verdiği Cuma vaazlarından birinde anlattığı ibretlik bir Hatay öyküsünü hatırlattı.

Katlayan fiyatlar ve zamanla yarışan enflasyon rakamlarının hafızalarımızı silmesini biraz olsun engellemek umuduyla bu yazımızda da yer yer “Geçmiş zaman kayıtları”ndan söz etmeye o öyküden başlayacağız.

İşgal yıllarında bir Hatay köyü. Köyün imamı, çocukluk günlerindeki Emin Işık Hocamıza anlatmış yaşadıklarını.

Köyün erkeklerinin toplandığı, köy kahvesi niyetiyle oturdukları çardağa, civarda yaşayan Ermeniler baskın yapar. İşgal kuvvetleriyle birlikte olduklarını ve çardakta oturmak hakkının artık kendilerinde olduğunu iddia ederler; kayıtsız, şartsız itaat isterler, işlerinde ırgat olarak çalıştıkları köylülerden.

Ben bir yaşlı adamım der köyün hocası. Camiye gidemedim. İşgalcilere yanaşanlardan biri iter ve beni yere düşürürse... Sarıklı, cübbeli bir insanım.

Köyün hiç ayık gezmeyen, hep alkol alan çocuğu Ali, olanları duyunca, yine öyle bir kafayla ve elinde bir kamayla varır çardağa. Narasını atar, yapacaklarını, sizi keserim ulan! Sıfatıyla sıralar. Düne kadar ekmeğini yediğiniz bu köylüye saygısızlık etmeye utanmıyor musunuz? Defolun, gidin!

Köyün imamının, Haksal’ın son cümlesine benzeyen sözlerini, ıslanmış gözlerle tekrarlardı rahmetli Emin Işık Hoca. “Onlar adı Ali’dir, bizim Müslümanlarımızdır.”

HAFIZASI YOK EDİLEN İNSANLAR ÜLKESİ

Aynı gün gazetemizin bir diğer yazarı Adnan Öksüz “Reisi’nin helikopteri nasıl düştü?’’ Sorusunu başlığa koyduğu yazısında, “Şöyle bir hafızamı yokluyorum” diyerek, Eşref Bitlis Paşa’nın uçak kazasını, milletvekilimiz Mehmet Bedri İncetahtacı’nın kullandığı araçla yaptığı kazayı, Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter kazasını ve Pakistan Cumhurbaşkanı Ziya ül-Hak’ın bir uçak kazasında hayatını kaybetmesini not ettikten sonra, “Soru işaretleri giderilmelidir” diyor.

Sevgili Adnan Öksüz, “Aydın Menderes” kazasında vefat olmadığından mı yazmadı onun notunu bilemem, lakin o kaza, Erbakan’ın halefine planlanmış bir suikast kanaatini yaymıştı çok insanımızda.

Ben de yokladığımda bu kazalarla ilgili hafıza birikimlerimi, şu notlar düşer bu sayfanın satırlarına.

Eşref Bitlis Paşa’nın uçağı düşmüş. Olay yerine ulaşması gereken ekipler daha varmamışken, Başbakan Demirel konuşuyor: “Olay bir kazadır. Binaenaleyh kimse arkasında bir şey aramasın!”

Tasarrufun ne olduğunu anlattıktan sonra, “Yani bundan farklı bir şey anlaşılmamalı” tembihi Sayın Erdoğan’ın, merhum Demirel’in demeç geleneğini bire bir sürdürmesindendi.

Çok tez üretildi merhum Eşref Bitlis Paşa’mızın kazası üzerine. Mesela olayın tanığı bir gazeteci, Demirel’e bilgi veren Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş Paşa’nın “Buzlanma” demesine, geçen kısa sürede hiç bir araştırma yapılmamış olmasından dolayı çok şaşırdığını yazmıştı.

Hafızamızda soru işaretleriyle yer kaplayan bu Eşref Bitlis kazasına, yıllar sonra, vefatına yakın bir zamanda, Demirel’in çok yakınlarından, siyasi fedailerinden saydığım İsmet Sezgin’in bir cümlesi de eklenmişti:

 “Ben de olacaktım o uçakta. Fakat o sabah engellendim!”

Kahramanmaraş’ın Keş Dağına düşen helikopteri aranırken merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın beyanatındaki “Üç bin asker arıyor!” bilgisini Başbakan Binali Yıldırım’ın ağzından duymamızı da unutmadık.

Kışlasından çıkarılan üç bin asker, kırk kişilik araçlara bindirilerek yollara düşürülse, (Üç bin bölü kırk, eşittir yetmiş beş otobüs veya araç) konvoy Keş Dağını iki kere dolanmaz mı?

17 gönüllü köylü 48 saat sonra helikopter enkazına ulaştığında, hükümet yetkililerinin üç bin sayısını verdiği o askerleri kim nerede ağırladı ve doyurdu?

Milletvekilimiz merhum Bedri İncetahtacı’nın hayatını kaybettiği kaza haberinden hatırladığım ise sorgulamayan, ketum bir medyadır.

AYAKKABI NUMARASINA TAKILANLAR, ÇANTALARI HESAPLAMAZ MI?

Pakistan Cumhurbaşkanı Ziya ül-Hak’ın şehit olmasında, ABD’nin bir operasyonudur iddiasındakilerin delili, reddedilemeyecek bir güçtedir. Düşen uçakta ABD elçisi vardır; kanıtları bu.

Suikastlara karşı fevkalade tedbirleri olan bir Ziya ül-Hak’a koruyucuları uçakta ABD elçisi olduğu için rahat davranmışlar ve elçinin diplomat çantasını kontrol etmemişler.

ABD, elçisini gözden çıkarmaz savunması, bu suikasttan sonra manasız ve içi boş kabul edilmiştir.

Elçisinin böyle bir suikastta rol olmayacağını bilen söz konusu o devlet, çantasını değiştirerek yaptırttı o kazayı, diyor uzman kişiler.

Bizde örneği ya da benzeri demesek de, konuşulduğu bir yer var mı bu tezin, sorusuna da yine hafızamızdaki bir izle cevap vereceğiz.

53 sene öncenin tam da bu vakitleri. Muhtıralı 1971 senesinin Mayıs sonları, Haziran başları.

İstanbul’un Maltepe semti.

Resmi anlatımla yazarsak, bir evde kıstırılan iki anarşist ve rehine bir kız çocuğunun yaşadığı olayda, operasyonun son anlarındaki, o iki kişinin konuşmalarını şöyle yazmış belgesel romancımız.

“Daha önce de senin hakkında kötü ihtimaller kafamda cirit atıyordu.”

Hasan Mahir derin bir nefes aldı.

“Senden kuşkulanmıştım. Ajan olma ihtimalini düşünmüştüm. Çok iyi İngilizce konuşuyordun. Aklıma Amerikan ajanlığın gelmişti.”

“Demek böyle düşünmüştün ha!”

“Evet, ama şimdi?”

“Şimdi?”

“Özür diliyorum senden. Hiç bir ajan provokasyon uğruna kendini ölüme atmaz. Hiç bir ajan...”

1976 yılında yayımlandığı ayda ilk baskısını okuduğum bir romandan (Deprem – Aclan Sayılgan) öğrendiğim, “Hiç bir ajan bilerek ölüme gitmez” iddiası, 1988 Ağustosunda uçağı düşürüldüğünde Ziya ül-Hak’ın, içimde canlanıvermişti.

Değiştirilen çantasında bomba taşıyan ABD elçisi müsebbibi olmuştu bir cumhurbaşkanı uçağı düşürülmesinin.

Bir sonraki Sayın Haksal’ın yazısında bu suikastın da bilgi notu var: “Pakistan’da cumhurbaşkanı ve yanındakiler bir helikopter (uçak) kazasında öldüler. Yanlarında Amerikalı biri olduğu halde...”

“Düşünce ve Bilinç Kırılması” başlıklı makalesinin son paragrafındaki analizlerini de alarak buraya, bitiriyoruz hafıza yolculuklu yazımızı.

“Filistin’deki işgal boyunca onların kurguladıkları hemen bütün olayların sonuçları mazlum Filistin halkına çıkarıldı. Şu emperyalizm dalgasından beri Suriye, Türkiye, İran, Irak, Lübnan bölgesinde yaşanan kimi kurguların olayların faillerinin bilinmezliği sürüp gidiyor. Kimi durumlar var ki yapanı, yaptıranı, edeni, ettireni bilindiği hâlde bir bilinmezlik gibi boşlukta duruyor. Reisi ile birlikte İran Dış İşleri Bakanı'nın ölümleri de bilinmezlikler arasında kalacak.

Bütün bu olup bitenlere, olayların kimler tarafından kurgulandıkları, yaptırıldıkları bilindiği hâlde insanlardaki zihni kırılmalar belli kesimler üzerinde kaldığından onlara dönük olanlar asla ne kabullenilmek, ne de bilinmek isteniyor. Bu asıl bir bilinç ve inanç kırılmasıdır.”

Yirmi yıldır düşünme proğramlarına, stratejilerine sınır çizilen insanlara hafızalı olmayı bilsinler diye yazdık bu dökümanları.