Günümüzde teknoloji olabildiğince ilerlemiş durumda.
Gençlerin elinden düşmeyen bir nesne adeta bağımlılık hâlini alan telefonlar.
Telefonlar sayesinde sosyal medya da el altında. Facebook, Twitter ve adını
bilmediğim onlarca uygulama var günümüzde. Bu ortamlar güzel
değerlendirilebilindiği gibi kötüye kullanım da vücut bulmakta.
İnsanlar yüz yüze gelseler birbirlerine
söyleyemeyecekleri sözleri sosyal medyada rahatlıkla söyleyebiliyorlar. Hiç
tanımadıkları insanlarla tartışmalara giriyorlar ve hakaretler havada uçuşuyor.
Bazense duvarımızda yaptığımız bir paylaşımdan alıntı yaparak bize göndermelerde
bulunuyorlar, samimiyetsizlikten kibirden sahtelikten dem vuruyorlar. Dünya
üzerinde belki de en ağır olan şey vebal. Bu vebali nasıl ödeyeceğiz Ya o
insan samimiyetsiz değilse, ya kibirli değilse, ya sahte değilse Ya helal
etmezse hakkını
Facebook u bazı hayırlarından dolayı açık tutuyorum,
ücretsiz iletişim imkânı ve telefon numarasını almamın mümkün olmadığı
büyüklerimle görüşme imkânı. Ayrıca sevdiğim edebiyatçıların yazılarını takip
imkânı da sunuyor bana. Bir örnek vermek istiyorum: Necip Tosun un günlükleri.
Hayat tecrübeleri samimiyet ve daha birçok şey, mesela Cahit Zarifoğlu nun da
bulunduğu kimi anılar var o günlüklerde.
Konumuza dönersek, başlığımız sosyal medya yahut sosyal
meydan muharebesi idi. Biz belki günlük hayatın sıkıntılarından bunalıp bir
nefes almak için Facebook a girelim diyoruz. Ama çoğu zaman girdiğimize pişman
olup çıkıyoruz oradan. Sadece bize yönelik değil, başkalarına yönelik
didişmeleri okumak bile bize bunaltı veriyor. Birbirimize düşman yetiştiriyoruz
sanki. İlginçtir bir on günlük süreyle Facebook u kullanmayayım dedim, eski
yıllardan tanıdığım ve sohbet kurduğum kimi arkadaşlarım beni silmiş. Tesadüfen
fark ettiğimde çok şaşırdım zira aramızda hiçbir tartışma geçmemişti.
Gerek siyaset gerek mesleki hayat olsun, korkunç bir
rekabet var. Biri çıkıp gelse, mesela Cahit Zarifoğlu ağabey çıkıp gelse,
kollarımızdan tutsa, N apıyorsunuz kardeşlerim dese Bir değirmendir bu
dünya dese, öğütür bizi . Dünya çıksa aradan ne kalır geriye
Düşmanlıklarımız, hırslarımız, nefretlerimiz Ne kadar anlamsız ve havada kalan
şeylere dönüştüler, görüyor musunuz Boşlukta duran bir sandalye gibi. Havada
kalan bir fikir gibi. Komedide ağlayan adam, dramda gülen kadın gibi. Ne kadar
eğreti kaldılar bakın.
Herkes herkesi neden kendisi gibi sanır Övünmekten
nefret eden insanlar da var bu dünyada, başarılarını hiçe sayan mütevazı
insanlar da var. Profesör olduğu hâlde tevazusunu kaybetmemiş insanlar da var,
hem de genç yaşlarında 46-47 yaşlarında profesör oldukları hâlde övünmeyen adamlar
biliyorum. O güzel adamlardan birisi de Yunus Emre nin şu sözünü yazmıştı
duvarına: Bir avuç toprak, biraz da suyum ben. Neyimle övüneyim, işte buyum
ben. Şimdi ciddi ve dürüst olarak oturup düşünsek, Maldivler e, Makedonya ya,
Amerika ya, Dubai ye, Hindistan a ve daha birçok yabancı ülkeye ders verip
gelsek, bizi sınav kâğıtlarını okumamız için Oxford dan çağırsalar, binlerce
özgün makalemiz olsa ve bilimsel ödüllerimiz ve 45 yaşında profesör olsak,
kendimizi ilah zannetmemeyi becerebilir miyiz