Sosyal çürüme ve toplumsal çöküş!

Abone Ol

Toplumsal çürüme, bir binanın aniden yıkılması gibi gürültülü bir olay değildir; daha çok demirin neme maruz kalıp yavaş yavaş paslanması gibidir. İlk bakışta her şey yerli yerinde görünür ama taşıyıcı kolonlar içten içe zayıflamıştır. Ülkemizde de son dönemde hissettiğimiz o ağır, tanımlaması zor ama göğsümüze oturan his tam olarak budur.

Sabah evden çıkıp sokağa adım attığınız o ilk anı düşünün. Metroda, otobüste veya yolda yanınızdakinin size çarpıp özür dilemediği, trafikte yol vermemenin bir güç gösterisine dönüştüğü, bir kasiyerin yüzüne bakarken "Hayırlı Sabahlar" demenin bile lüks kaçtığı o anları... Türkiye’de hava durumu değişiyor olabilir ama toplumsal iklimimiz çok daha sert, çok daha kurak bir mevsime girmiş durumda…

"Toplumsal çürüme" dediğimiz şey, sadece suç oranlarının artması ya da ekonominin bozulması değildir. Bu tür bozukluklar meydana gelen çürümenin birkaç dışa vurumlarıdır sadece… Çürüme ise aramızdaki görünmez sözleşmenin iptal olmasıdır.

Eskiden "komşu komşunun külüne muhtaçtı." Şimdi ise komşu, komşunun gürültüsüne tahammül edemeyip cinayet işleyebiliyor. Peki, ne değişti?

Ahlakî yozlaşmanın yanında en temel sorun, toplumun büyük bir kesiminin "yaşamak" modundan "hayatta kalma" moduna (survival mode) geçmiş olmasıdır. Bir insan, sürekli olarak yarın ne yiyeceğini, kirasını nasıl ödeyeceğini ya da haksızlığa uğradığında hakkını nasıl arayacağını düşünüyorsa, o insandan "ince ruhlu" olmasını bekleyemezsiniz.

Yoksulluk ve gelecek kaygısı, sadece cüzdanları değil, vicdanları da aşındırır. Nezaket, güvenli, adaletli ve tokluk hissinin olduğu yerde yeşerir. Herkesin birbirini potansiyel bir tehdit ya da rakip olarak gördüğü bir ortamda, nezaket bir zayıflık belirtisi olarak algılanmaya başlar. İşte çürüme tam burada, "kibar olanın ezileceği" inancı yerleştiğinde başlar.

Toplumu bir arada tutan en güçlü tutkal yasalardan biri de "ayıp" kavramıydı. Bir zamanlar "insan içine çıkamamak" diye bir korku vardı. Bugün ise sosyal medya çağında ve değişen ahlak algısında, utanma duygusu yerini arsız bir "görünürlük" arzusuna bıraktı.

Haksız kazanç sağlayanların, kuralları çiğneyenlerin, şiddeti övenlerin kınanmak yerine gizli bir hayranlıkla izlendiği; hatta "işini bilen" olarak takdir edildiği bir noktadayız. Liyakatin yerini dalkavukluğun, emeğin yerini kurnazlığın aldığı bir düzende, dürüst insan kendini "enayi" gibi hissetmeye başladı. Bir toplumun çöküşü, dürüst (olmaya çalışan) insanın "Ben neden kurallara uyuyorum ki?" diye sorduğu o anda gerçekleşir.

Bir toplumu toplum yapan şey "güven"dir. Tanımadığınız birine saati sormaktan, çocuğunuzu parka göndermeye kadar her şey bu zemine basar. Başta ülkemizde olmak üzere diğer İslam coğrafyalarında biz bu zemini kaybettik.

- Haberlere güvenmiyoruz.

- Yediğimiz gıdanın içeriğine güvenmiyoruz.

- Binalarımızın sağlamlığına güvenmiyoruz.

- En acısı, birbirimize güvenmiyoruz.

Bu örnekler çoğaltılabilir...

Güvensizlik, toplumu atomize eder. Herkes kendi küçük kalesine (ailesine, sitesine, sosyal medya balonuna) çekilir ve dışarıdaki her şeyi düşman olarak kodlar. Bu (olumsuz) yalnızlaşma, kolektif bir depresyonu ve tahammülsüzlüğü beraberinde getirir. Sokakta gördüğünüz o anlamsız öfke patlamaları, aslında yıllardır birikmiş bu güvensizliğin ve yalnızlığın dışavurumundan başka bir şey değildir.

Bu tablo karamsar görünebilir, görülmelidir de, ancak teşhis koymadan tedaviye başlamak imkânsızdır. Sosyal çürüme, her ne kadar başta "devletin" ve "yöneticilerin" düzeltebileceği bir şey olsa da şu an çürüme tabana yayıldığı için işin rengi değişmiştir.

Düzelme, büyük devrimlerle değil, mikro direnişlerle başlar. Trafikte yol vermek bir direniştir. Markette sıranı beklemek bir direniştir. Haksızlık karşısında "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" dememek bir direniştir. Ve en önemlisi, utanma duygusunu kaybetmemek, bu çağdaki en onurlu direniştir.

Ülkemizin ve milletimizin bu pası üzerinden atması için önce "biz" olmayı, birbirimizin yüzüne bakabilmeyi ve o kaybolan "ortak kader" duygusunu yeniden hatırlaması gerekiyor. Çünkü hiçbir toplum, birbirine yabancılaşmış bireylerin toplamından bir medeniyet çıkaramaz. “Biz” duygusu; aynı sofraya oturmak, aynı acıya üzülmek, aynı başarıyla gururlanmak ve en önemlisi birbirimizin yüzüne baktığımızda gözlerimizi kaçırmamakla başlar.

Bugün ihtiyacımız olan şey büyük kahramanlıklar değil; birbirimize karşı yeniden insan olduğumuzu hatırlatan küçük temaslar… Bir kapı tutmak, bir selam vermek, birinin yükünü taşımak… Bunların her biri, toplumun pas tutmuş damarlarına atılan küçük ama etkili yağ damlaları gibidir.

Ortak kader” dediğimiz şey, aslında aynı gemide olduğumuzun bilincidir. Birinin batması, diğerinin kurtulması anlamına gelmez; gemi su alırsa hepimiz batarız. İşte bu yüzden bir toplumun toparlanması, ekonomik refahın ve adil paylaşımın yanında; birbirinin yarasına pansuman olan bir vicdanın yeniden hatırlanmasıyla olur.

Kutuplaşmanın yerine empatiyi, öfkenin yerine sabırlı bir dili, umutsuzluğun yerine dayanışmayı koymadıkça çürümenin önüne geçemeyiz. Çünkü toplumsal tamir, ancak geniş kitlelerin birbirine karşı küçük ama sürekli iyiliklerle yaklaşmasıyla mümkün olur.

Belki de en önemlisi, yıllardır içinde biriken küskünlüğü, umutsuzluğu ve yılgınlığı atıp yeniden “bir arada yaşama iradesini” ortaya koymaktır. Bu irade güçlendiği zaman, sokakta karşılaştığımız bir tebessüm bile karanlığı dağıtmaya başlar.

Toparlamak gerekirse; toplumsal çürümeyi durduracak olan şey ne tek bir lider, ne tek bir reform, ne de mucizevî bir paket programdır. Bu dönüşüm, ancak hepimizin el ele verip kendi küçük alanımızda yapacağımız mikro iyileştirmelerin birike birike oluşturduğu büyük bir toplumsal dalga ile gerçekleşir.