Amerika’nın bir ülke ile olan ilişkisinin ana belirleyicisi çıkarıdır. Elbette realist dış politika teorisine göre her devlet çıkarını önceler, ancak Amerika’nın işin içinde olduğu her denklemde kendi çıkarını kendisini önemsediği gibi karşı tarafın da Amerika’nın çıkarını önemsemesi ve hatta onu içselleştirmesi gerekir. Bununla ilgili şunu da ifade edelim; kendi çıkarının bir şubesi değil hatta ta kendisi Siyonizm’in hedefleridir. Bu noktada Venezuela ile ilgili sürecin de bundan farklı bir şekilde değerlendirilmesi yanlış olacaktır.
20’nci yüzyıl boyunca, zengin yeraltı kaynaklarına sahip Venezuela’nın Amerika ile olan ilişkisi modern bir sömürge şeklinde şekillenmiştir. 20. yüzyıl boyunca, Venezuela dünyanın en büyük petrol ihracatçılarından biri olarak ABD için önemli bir ticari ortak olarak kendini göstermiştir. İki ülke arasında genellikle sıcak ve istikrarlı ilişkiler hüküm sürmüştür. Hatta yakın ve zengin petrol kaynaklarını sömürdüğü için Amerika, Venezuela’yı önemsemiş ve Venezuela, Soğuk Savaş döneminde Batı kampında yer almıştı. Hatta Amerikalı şirketlerin Venezuela petrol sektöründe önemli yatırımlara sahip olduğu da bilinmektedir. Bu noktada asıl kırılma anı ise Hugo Chavez’in iktidara gelmesidir.
Peki, kimdir bu Hugo Chavez? İlk başta bir askerdir. Bir Bolivarcı asker olarak ülkenin bir müstemleke olmasına razı olmayan bir bakış açısına sahiptir. Tabii şimdi bir de “Kim bu Bolivar?” sorusu da sorulabilir. Bir de ondan bahsetmek gerekir. Simón Bolívar, 19’uncu yüzyılda İspanyol İmparatorluğu'na karşı verilen bağımsızlık savaşlarının en önemli önderi olarak bilinir. Bugünkü Venezuela, Kolombiya, Panama, Ekvador, Peru ve Bolivya'nın İspanyol sömürge yönetiminden kurtulmasını sağlamıştır. Ve hatta ismi Bolivya Devleti’ne ilham olmuştur.
Hugo Chavez, antiemperyalist duruşu ile ülkenin sömürülmesine karşı çıkan hamleler yapmış ve hatta 1992 yılında başarısız bir darbe girişiminde ön safta bulunmuştur. Mevcut Amerikancı yönetimi deviremese de halk nezdinde ciddi karşılık bulmuştur. Hatta televizyon canlı yayınında halka hitap etme ve teslim olduğunu açıklama fırsatı verilmiştir. Canlı yayında “İktidarı ele geçiremediklerini ama şimdilik hedeflere ulaşılamadığını" ifade etmiştir. Yozlaşmış sisteme meydan okuyan bu genç, karizmatik subay, halkın gözünde bir umut simgesine dönüşmüştür. Daha sonra tutuklanmış, iki yıl hapis yatmış, sonrasında ise askeriyede organize ettiği hareketini sivil alana taşıyıp seçimleri kazanmış ve iktidara gelmiştir. O dakikadan sonra Amerika’nın etkisi Venezuela’da azalmaya başlamış ve özellikle de petrol sömürüsünü bitirmiştir.
Çok çok uzun anlatımlar yapılabilir belki ancak esasında konunun özünü oluşturan sömürü sisteminin başka bir tezahürüdür.
Nitekim incelendiğinde Chavez'den önce Venezuela, 1958'den beri “Punto Fijo Anlaşması” olarak bilinen bir sistemle yönetiliyordu. İki büyük parti (AD ve COPEI) iktidarı sürekli paylaşıyor, petrol gelirlerini seçkinci bir yapıda dağıtıyor ve ülke siyaseti büyük ölçüde yozlaşmış bir durumdaydı. Bu paylaşma elbette Körfez ülkelerinde gördüğümüz gibi büyük parsayı emperyalistler götürürken artan kemikler üzerinden oluyordu. Ülke resmen bir petrol cumhuriyeti olarak bilinmekte ve ona göre de muhatap bulmaktaydı. Öyle ki ekonomi tamamen petrole bağımlıydı. 1980'lerde petrol fiyatları düştüğünde, Venezuela’nın derin bir ekonomik krize girdiğini biliyoruz. Bunun yanında petrol zenginliği topluma adil dağıtılmıyor ve halkın büyük kesimleri fakirlik ile boğuşuyordu. Halkın büyük bir kısmı yoksulluk içinde yaşarken, küçük bir azınlık büyük bir servet biriktirmiş ve piyon olmalarının bedelini alıyorlardı. Farklı siyasal partiler iktidara gelse de hepsi Amerika’nın sözünden dışarı çıkmıyorlardı. İşte Hugo Chávez, bu siyasi ve ekonomik kriz ortamında bir alternatif olarak ortaya çıktı.
İşte bu noktada görünen esasında oyunun her yerde aynı olduğudur. Irkçı emperyalizm demokrasi adı altında kendi hegemonyasını devam ettirmekte ve iktidara getirdiklerini kendi çıkarları için kullanmaktadır. Halk kendisinin birilerini değiştirdiğini düşünmekte, kendisinden birinin iktidara geldiğini düşünmekte ancak sonuç olarak hep kazanan ırkçı emperyalizm olmaktadır. Bu oyun Ortadoğu’da da dünyanın farklı bir yerinde de aynıdır.
Erbakan Hocamızın “Horoz Dövüşü” dediği de işte aynen budur.