Takvimler 1979 yılının Aralık ayını gösterirken, Kremlin’in kasvetli odalarında bir dizi son derece gizli toplantı yapılıyordu. Sovyetler Birliği lideri Leonid Brejnev’in yönettiği bu toplantılara, üst düzey KGB yöneticileri, Komünist Parti şefleri ve Savunma Bakanlığı’nın mareşalleri katılıyordu.
Masada hayati bir mesele vardı: “SSCB, Afganistan’daki komünist iktidarı korumak için askerî müdahalede bulunmalı mı?” sorusuna cevaplar aranıyordu.
Haftalar süren tartışmaların sonunda, partinin “gri kardinali” olarak bilinen Mihail Suslov’un başını çektiği savaş yanlısı grup galip geldi. Brejnev sonunda “sınırlı müdahale”ye ikna edildi.
Ne ironidir ki, Sovyet sisteminde “komünist ahlâkın” yılmaz savunucusu olarak bilinen Suslov, rüşvete ve lükse karşı mütevazı bir yaşam sürerken savaş konusunda böylesine ısrarcıydı. Ancak Moskova farkında olmadan kendi kurduğu tuzağa düşecekti.
Geçen yazımızda bahsettiğimiz ABD’nin “çevreleme” stratejisinin Asya ayağı tamamlanmak üzereydi. Vietnam’da düştüğü bataklığın rövanşını almak isteyen Washington, bir anda “Müslüman Afgan halkı” için timsah gözyaşları dökmeye başladı.
Aralık sonunda üç koldan Afganistan’a giren Sovyet ordusu, ülkeyi bir ateş çemberine çevirdi. Böylece hem Sovyetler için sonu yıkıma giden bir süreç, hem de bugün Afganistan–Pakistan hattında süregelen gerilimin temelleri atılmış oldu.
1979’un Mirası: Üç Temel Sorun
Afganistan-Pakistan gerilimi bugün yeniden tırmanmış durumda. Her iki ülkenin askerî güçleri arasında yerelde çatışmalar yaşanıyor. Kültürel, dini ve hatta etnik olarak birbirine bu kadar yakın iki ülkenin sık sık karşı karşıya gelmesi ilk bakışta garip görünebilir.
Oysa bu sorunlar yeni değil; birçoğu 1979’daki Sovyet müdahalesinin doğrudan mirasıdır.
1. Sınır Meseleleri:
1979 müdahalesiyle birlikte Afganistan toprakları fiilen savaş alanına dönerken, 2600 km’lik Pakistan sınırı boyunca denetim gittikçe zayıfladı. Milyonlarca Afgan mülteci Pakistan’a sığındı ve iki ülke arasında paylaşılan Peştun nüfusun yaşam şartları daha da karmaşık hale geldi. Bu durum zaten tartışmalı olan, 1893 yılında İngilizlerden kalan ve sınır tartışmalarının ana nedenini oluşturan Durand Hattı üzerindeki gerilimi kalıcı hale getirdi. Bugün yaşanan sınır çatışmalarının kökeni işte o dönemdeki bu “kontrolsüz göç ve silahlanma” sürecine dayanır.
2. Leşker-i Taliban (Pakistan Taliban’ı):
1980’lerde ABD ve Batı koalisyonu, Pakistan’ın Afgan sınır bölgelerini Sovyetlere karşı bir eğitim ve lojistik üs haline getirdi. Bu süreçte on binlerce Afgan ve Pakistanlı (çoğunluğu Peştun) “cihat” için eğitildi. Ancak Sovyetlerin çekilmesinden sonra bu yapılar dağılmadı; aksine sınırın her iki tarafında farklı isimlerle yeniden örgütlendi. Bugün Pakistan içinde faaliyet gösteren Leşker-i Taliban gibi oluşumlar, doğrudan o dönemin ürünü olarak karşımıza çıkıyor.
3. Mülteci Sorunu:
Sovyet müdahalesinden kaçan milyonlarca Afgan Pakistan’a sığındı. Bu göç dalgası, özellikle Pakistan’ın kuzey eyaletlerinde demografik ve ekonomik dengeleri altüst etti. Zayıf ekonomi mülteci yükü altında çökerken, silahlanma ve suç oranları arttı. Uyuşturucu ticareti, kaçakçılık ve mafyalaşma Pakistan toplumunu derinden sarstı.
Benazir Butto, “Doğunun Kızı” adlı otobiyografisinde bu yıkıcı sürecin devlet kurumlarına verdiği zararı açıkça anlatır.
Taliban’ın Doğuşu: Medreselerden Yükselen Güç
SSCB’nin çekilmesinin ardından Afganistan’da tam anlamıyla bir kaos başladı. Necibullah rejiminin devrilmesinden sonra Gülbeddin Hikmetyar, Ahmed Şah Mesud ve Burhaneddin Rabbani gibi eski mücahit liderler arasında şiddetli çatışmalar patlak verdi. Ülke fiilen birkaç parçaya bölünmüştü. Bu durum, Pakistan için yeni bir mülteci akını ve yeni güvenlik sorunları anlamına geliyordu.
İşte bu ortamda, Pakistan’ın desteğiyle Taliban hareketi doğdu.
Ancak Taliban bir anda ortaya çıkan bir örgüt değildi. Temelleri 19. yüzyılın ikinci yarısında Hindistan’daki Diyobend medreselerinde atılan ve 1980’lerin başında daha sistematik taleplerini ileri süren bir hareketin devamıydı.
Savaşçılar arasında disiplinsizlik, alkol ve yağma olaylarının artması üzerine, Mevlana Fazlur Rahman, Mevlana Samiül Hak, Molla Muhammed Nabi, Sibgatullah Mücahidi gibi âlimler medrese öğrencilerini yeniden örgütledi.
Uçağının şüpheli bir şekilde düşmesi sonucu hayatını kaybeden Pakistan Cumhurbaşkanı Ziya ül Hak’ın da destek verdiği bu süreçte, dindar gençler “Talebeler” adıyla bağımsız bir yapı haline geldiler.
Bu öğrenciler arasında gelecekteki lider Molla Ömer de bulunuyordu.
1994’te Pakistan ve İslami çevrelerin desteğiyle Molla Ömer liderliğindeki bu grup, kısa sürede ülkenin %90’ını ele geçirdi.
İlk yıllarda bu durum Pakistan’a göreceli bir rahatlama getirse de mülteci ve sınır sorunları çözülmedi.
Üstelik Peştun ağırlıklı Taliban, Pakistan’daki Peştun nüfus içinde de giderek güçlendi.
1996’da Usame Bin Ladin’in Afganistan’a gelişi ise bölgeyi bambaşka bir denkleme taşıdı. 11 Eylül 2001 saldırıları ise Afganistan'ı yeni bir işgale ve direnişe sürükledi. 20 yıl devam eden bu işgal, tahmin edildiği gibi ilişkileri kötü etkiledi.
Sonuç: Bitmeyen Hesaplaşma
Bugün Afganistan-Pakistan hattında yaşanan gerilim, aslında 1979’da atılan yanlış bir adımın hâlâ süren sonuçlarıdır.
Sınır meselesi, Leşker-i Taliban tehdidi ve mülteci krizi…
Üçü de o müdahalenin doğrudan veya bazı boyutlarıyla dolaylı ürünleridir.
O gün “komünist iktidarı koruma” bahanesiyle yapılan hamle, bugün iki kardeş halkı birbirine düşüren derin bir uçuruma dönüştü.
Ve ne acıdır ki, aradan kırk yılı aşan bir zaman geçmesine rağmen, Soğuk Savaş’ın bu kötü mirası hâlâ bölgede dengeleri tayin etmeye devam ediyor.