Gündelik siyasi tartışmalar izlendiğinde, ortada birtakım
temel sorunların bulunduğuna dair bir duyumun, daha doğrusu bir algının,
izlenimin varlığı sezinleniyor. Sakin bir kafayla ya da mantıklı bir
muhakemeyle tahlil yapılmaya başlandığında, temel sorun ile bununla ilgili
algının bir noktadan sonra bağının koptuğunu, hatta belli bir bağın bile
bulunmadığını fark ediyorsunuz. Çünkü yeri geliyor, temel sorunu gerçekliğinin,
belirli ve somut denebilecek bir nedene dayandırılmadan soyut bir algı olduğunu
görüyorsunuz. Kimi zaman bir algı niteliğine büründürülmüş temel sorunun
gerçekliğinin adeta kendini tanıtmak için çırpındığını anlıyorsunuz. Üstelik
temel sorun olarak kendini tanıtmak isteyen gerçeklik ile sözümona bundan
kaynakladığı sanılan algının tanımından niteliğine kadar ilgili olduğu
düşünülen kavramlar, konular aynı kavram ve konular şeklinde ortaya sürülüyor.
Doğal olarak bir kavramı, bir konuyla ilişkili görüp tanımlamaya başlayan biri,
bir süre sonra aynı kavramı, tam karşıtı bir konuyu ifade edip açıklamalarda
bulunmaya başlayabiliyor.
Somutlaştırmak istersek, mesela iktidar kavramı üzerinde
durulabilir. İktidar olgu ve kavramı, mantıki bakımdan, siyaset olgu ve
kavramıyla anlamlı bir bağ kurulabilirse, gerçeklik kazanabilir. Dolayısıyla
insan ve toplum açısından ortak bir değer niteliğine kavuşur. Fakat hem
siyaseti, hem iktidarı, kendi anlamlı bağlarından koparttığımız takdirde,
bırakınız ortak bir değer niteliğine kavuşmayı, bizzat siyasetin ve iktidarın
öznesi, oyuncusu durumunda bulunanı bile, masseder, emer, hatta kendi varlık
hikmetine yabancılaştırır.
Eğer siyaset ve iktidar, temel bir sorun olma gerçekliği
düzeyinde ele alınıp kavranmıyorsa, sadece algı niteliğiyle duyumsanıyorsa,
orada çözümsüz bir sorun ve yalıtılmış bir algı var demektir.
İhtimal, daha doğrusu düzensiz ya da amiyane bir anlayış
çerçevesinde, siyaset ve iktidar olgu ve kavramının soyut ve kuramsal temelden
mümkün olduğunca, yalıtılarak kavranması gerektiği düşünülür. Genel olarak da,
pek ayırdına varılmadan, siyasetin ve iktidarın ameli , yani pratik ve
pragmatik davranışlardan ibaret olduğu algısı egemen bir yaklaşımdır. Dikkat
edildiğinde amel , davranış, pratik ve pragmatik kelimeleri, siyaset ve
iktidar söz konusu olduğunda, adeta içerikten yoksun, herhangi bir düşünce ve
değer olgularından bağımsız kelimeler şeklinde kullanılırlar. Bizzat siyasetin
ve iktidarın mahiyeti ve konusu böyle bir kullanıma, algıya imkan vermez,
üstelik müsait de değildirler. Sağduyuyla tarihe ve özellikle yaşadığımız
dünyaya baktığımızda bu yetersiz anlayışların somut örneklerini görmek
mümkündür. Sözgelimi, alışılmış örnek olması bakımından, XX. yüzyılın başında
felaketle sonuçlanan bir İttihat ve Terakki iktidarı, dolayısıyla siyaset
anlayışı vardır. Avrupa da Nasyonal Sosyalist, yani Hitler, Faşizm ve Mussolini
örnekleri de, şart ve nedenleri farklılık gösterse de, benzer sonuçları
sergilemişlerdir. Elan birçok Ortadoğu ülkelerinde Müslüman halkın yaşamakta
olduğu trajediyi canlı örnekler olarak görüp değerlendirmek durumundayız. Irak,
Suriye, ancak cinnet geçiren ve geçirtilen ülkeler, siyaset ve iktidarların
hükmettikleri halklar konumundadırlar. Aslında siyasetin ve iktidarın, mahiyet,
nitelik ve temsil etmesi gerektiği değerlere yabancılaştığı şeklinde de
tanımlanabilirler.