Terörsüz bir Türkiye düşüncesi, bu ülkede yaşayan her bireyin yüreğinde taşıdığı ortak bir ütopyadır; kimliklerimiz, siyasi tercihimiz, yaşam tarzlarımız farklı olsa da terörsüz bir ülke isteğinde hepimiz birleşiriz. Bu öyle bir taleptir ki, buna karşı çıkacak sağduyulu kimse yoktur. Ancak bugün terör kavramını yalnızca dağlarda silahlı örgütlerle yürütülen çatışmalarla sınırlamak, gerçeğin çok küçük bir bölümünü görmek olur. Çünkü ülkemiz artık çeşitlenmiş, daha karmaşık, daha görünmez ama etkisi bir o kadar yıkıcı terör türleriyle de mücadele etmek zorunda bırakılıyor. Uyuşturucu terörü mesela; bazı semtlerde gençlerin hayatını sinsice söndüren, aileleri dağıtan, umutları çalan bir karanlık el gibi dolaşıyor. Gıda terörü dediğimiz mesele, soframızdaki ekmeğin bile güvenilir olup olmadığını sorgulatan bir başka büyük tehlike; denetimsiz üretim, hileli gıdalar ve halk sağlığını hiçe sayan anlayış, toplum sağlığını adeta bir bombanın üzerinde oturtuyor.
Bir de ekonomik hayatı altüst eden enflasyon terörü var ki; bunun etkisini en çok pazarda, markette, kira gününde hissediyoruz. Bu terörün kurşunu yok, bombası yok; ama insanın geleceğe dair hayallerini ve yaşam standartlarını paramparça eden görünmez bir tazyiki var. Kadına yönelik şiddet terörü ise her güne utanç verici bir tabloyla uyanmamıza neden oluyor; kimi zaman sokak ortasında, kimi zaman evin kapalı kapıları ardında işlenen vahşetler, toplumun vicdanını kanatmaya devam ediyor ne yazık ki. Öte yandan her yıl binlerce can alan trafik terörünü de görmezden gelemeyiz. Birkaç saniyelik dikkatsizlik, kuralsızlık, ihmalkârlık hele de trafik magandalarının yol açtığı huzursuzlukların bedeli, bir aileyi geri dönülmez bir acının içine itiyor. Bu kayıpları üst üste koyduğumuzda ortaya çıkan manzara öyle vahim ki, kimi dönemlerde bu olaylardan ötürü kaybettiğimiz can sayısı, bir sıcak çatışmadaki kayıpların bile üzerine çıkabiliyor.
Tam da bu noktada, eğer bugün Apo’yla yürütülen temaslar gerçekten kırk yıllık silahlı terörü sona erdirecek bir kapıyı aralayacaksa -ki millet olarak hepimizin temennisi budur- o zaman insan ister istemez “Bu adımlar daha erken atılsaydı bunca can toprağa düşmeseydi, bunca ekonomik ve toplumsal tahribat yaşanmasaydı” diye düşünmeden edemiyoruz. Bir devletin en asli görevi vatandaşının can güvenliğini sağlamaktır; dolayısıyla terörün bitmesi adına atılacak her adım, her girişim, her müzakere toplumun beklentisi ve hakkıdır. Fakat süreç ne kadar geç kalınmış olursa olsun, silahlı terörün sona ermesi elbette hepimizi memnun eder; çünkü barış ortamı bir milletin nefes almasını sağlar.
Ne var ki mesele yalnızca silahlı terörün bitmesiyle çözülmüş olmayacaktır. Yukarıda sözünü ettiğimiz diğer terör türleri, yani uyuşturucudan gıdaya, ekonomiden trafik güvenliğine kadar uzanan geniş tehdit alanları, toplumu içeriden çürüten yapısıyla en az silahlı terör kadar yıkıcıdır. O hâlde iktidarların sorumluluğu da sadece bir terörü bitirmekle sınırlı kalmamalıdır; doğru politikalar geliştirmek, geleceği planlayan programlar hazırlamak, toplumsal yapıdaki tüm yaralara kalıcı çözümler getirmek zorunlu bir görevdir. Çünkü terör, yalnızca dağdaki bir grubun eylemleriyle sınırlı bir kavram değil; hayatın her alanına sızdığında ülkenin gelişmesini, halkın refahını ve güven duygusunu körelten görünmez zincirler hâline gelir.
24 Kasım Öğretmenler Günü vesilesiyle her yıl olduğu gibi yine öğretmenlik mesleğinin kutsiyeti üzerine konuşuyor, eğitim neferlerine minnetimizi dile getiriyoruz; ancak bu anlamlı gün, bir yanıyla da atanamayan öğretmenlerin yüreğinde derin bir sızıya dönüşüyor. Bugün yüz binlerce öğretmen adayı yıllardır atanmayı beklerken, içlerinde hiç azımsanamayacak bir grubu da engelli öğretmenler oluşturuyor. Son yapılan 15 bin kişilik öğretmen atamasının rakamsal olarak ne kadar yetersiz olduğunu söylemeye bile gerek yok; çünkü bu sayı, hem genel talebi karşılamaya yetmiyor hem de engelli öğretmen adayları için ayrıca bir umut kapısı açmaktan çok uzak kalıyor. Oysa devlet, bu alanda bir nebze olsun pozitif ayrımcılık yapabilir, tıpkı diğer kamu alanlarında olduğu gibi engelli öğretmenler için özel bir kontenjan ayırarak hem onların emeğini hem de toplumdaki yerini güçlendirebilirdi. Yaklaşan 3 Aralık Dünya Engelliler Günü düşünüldüğünde, böyle bir adım sadece teknik bir düzenleme değil, aynı zamanda engelli öğretmenler için moral değeri çok yüksek, son derece anlamlı bir müjde olurdu. Çünkü bizde çoğu zaman hatırlanmak, özel günlerde yapılan açıklamalara ve sembolik jestlere sıkışıp kalıyor; oysa gerçek hatırlanma, icraatta ve kararlarda kendini gösterir. Tüm bu düşünceler içinde bir acı haber de Millî Gazete camiasını derinden yaraladı: Kıymetli büyüğümüz, gönül insanı Abdülkadir Özkan abimiz Hakk’a yürüdü. Yıllarca kalemiyle, duruşuyla, ahlakıyla örnek olmuş bir ismin bu dünyadan ayrılışı yüreğimizde derin bir boşluk bıraktı. Rabbim mekânını cennet, makamını âli eylesin; biz de üzüntümüzü ifade etmeden bu satırları tamamlamak istemedik, vesselâm…
...