Şikâyet

Abone Ol

İhsan Raif Hanım’ın genç yaşta acı bir hikâyenin feryadı olarak bıraktığı ve daha sonra Kemanî Serkis Efendinin bestelediği meşhur dizeleri hatırlarım şikâyet kelimesini görünce yahut duyunca: “Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime/ Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime/Perde – i zulmet çekilmiş korkarım ikbalime/Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime” İnceden inceye işleyen güzel bir şarkıdır bu. Açın da dinleyin.

Nasıl bir ruh haliydi yaşadığı İhsan Raif Hanım’ın bunu tam olarak kimse bilemeyecek ancak dizelerin her birinden derin bir çaresizliği sezmek mümkün. Nef’î’ ye kulak verecek olursak, “Çektiğim derdi ne hemhâne ne hemrâh bilir/ Âşıkım hâl-i dil-zârımı Allah bilir” diyor tam da bu hal için.

Dünya her anında firaka mahkûm olduğumuz zahmet ve mihnet yurdu bir yönüyle. İhtiyarımız olmadan birçok hal başa geliyor. Ummadığımız, çalışmadığımız yerlerden zor sorular çıkıyor karşımıza. Bir telaşın rüzgarına kapılmış buluyoruz kendimizi. Telaş içinde koştururken hatalar yapıyoruz tabii olarak. Yoruluyor, inciniyor yahut yoruyor ve incitiyoruz. Gözümüzün karardığı, başımızın döndüğü, nutkumuzu kesen haller yaşıyoruz. Kalbimizi ağırlaştıran, belimizi büken şahitliklerimiz yıllar geçtikçe çoğalıp duruyor.

Zayıf ve eksik varlığımızın şu gurbet yurdunda teselliye muhtaç olduğu muhakkak. Kudretli bir sultanın naif kalbinden süzülen şu beyte işte bu teselliyi umarak bakalım: “Her ne denlü derd ü mihnet kim gele eyle kabul/ Hîç işitmedün mi kim dünyâ degül cây-ı sürûr” (Muhibbî)

Gözyaşları ile sabır taşlarını eriten nice mazlum ile aynı dünyada yaşadığımız en soğuk gerçek olarak duruyor vicdanımızın aynasında. İnsanı mücrim gibi titreten nice acıların şahidiyiz. Şikâyete kapı açacak olsak buradan başlayabiliriz, evet. Feryat etmekle, birbirimizi olan bitenden mesul tutmakla nereye varabiliriz? İşlere sarpa sardıran da biraz bu mızmız tavırlarımız değil mi? Vaka şu ki her çağda şikâyet edilen başlıca mevzuu zamanın kötülüğü, nesillerin bozukluğu, idarecilerin adaletten uzaklaşması, alimlerin kalplerinden haşyetin kaybolmasıdır. Zayıflığımıza, eksikliğimize yanalım ancak ne olursa olsun şu anda saklı sermayemizi yakmayalım.

Dehre sövmeyin uyarısını kulağımıza küpe yaparak hatırlamalı Ziya Paşa’nın şu beytini de: “Giden gelmez gelen meçhuldür bil kadrini hâlin / Bu dehrin mihnet ü zevki bütün efkâra tâbidir” Halin kıymetini bilmek ne de güzel şey. Nitekim İbnü’l-vakt (vaktin çocuğu¸ vaktin uşağı) deyimini kullanan sûfîler, bu tabirle bir vakitte yapılması en uygun olan işi gerçekleştiren ve belli bir zamanda kendisinden isteneni yapmakla meşgul olan kişiyi kastetmişlerdir. Hasbelkader mesulü olduğumuz işlerin hakkını vermeye gayret etmek bizi şairin tabiri ile söylersek rahatlık veren yazıklanmaktan kurtarabilir. Hz. Yusuf’un şu samimi yönelişini şifa umarak her an hatırlamalı: “Bentasa ve üzüntümü ancakAllah’a arz ederim.” (Yusuf/86)

Hayat bir nefeste saklı. O sebepten belki halin şuurunda olan kimseler için “ehl-i nefes” denilmiş. Yarıncılar ne kadar helaka yakın ise dün ile anı gölgeleyenler, şikayetçi mızmızlar da çürümeye mahkûm. Kalbimizin yükünü azaltmak, sıkıntı zamanında dahi neşeye, umuda kapı açmak derin derin nefes alabilmek ile mümkün. Zorluğun arkasından vaat edilen kolaylığa ermek dilersen kulak ver şimdi: “Derd-i Hakk’a tâlib ol / Dermâna erem dersen / Mihnetlere râğıb ol / Âsâna erem dersen”(Niyâzî-i Mısrî)