Servetin kaynağı

Abone Ol

Bir insanın maddi ve manevi emeğiyle, girişimiyle, çalışıp çabalamasıyla, sabır ve kanaatkârlığıyla, tutumlu davranmasıyla, daha başka özverileriyle, ihtiyaçlarından daha fazlası demek olan ve kısaca “servet” olarak tanımlanan imkâna sahip olması, kendiliğinden olumsuz bir nitelik şeklinde değerlendirilmemelidir.

Her şeyden önce, insan, yeryüzünde yaşadığı süreçte, başta kendi varlığı olmak üzere, bunun bir göstergesi, kanıtı olsun diye hareket eder, girişimlerde bulunur, emek verir, çalışır çabalar, karşılaştığı engelleri ortadan kaldırmaya uğraşır, önüne çıkan imkân ve fırsatları değerlendirir. Doğal olarak, hareketleriyle, girişimleriyle, emekleriyle, istekleri, umutları, beklentileri, hayalleri, özlemleri, çoğunlukla aynı şekillerde ve düzeylerde gerçekleşmez. Bu yüzden birtakım sevinçler, mutluluklar, hoşnutluklar yanında acılar, hüzünler, üzüntüler, karamsarlıklar, pişmanlıklar, hayıflanmalar, öfkeler, isyanlar, karşı çıkışlar da yaşar. Kısaca başarılar kadar başarısızlıklar da söz konusu olabilir. Bütün bunları ifade eden “fakirlik” veya “yoksulluk” ve “zenginlik” durumu, düzeyi, niteliği biçiminde tanımlanmıştır.

Bu durumu, bir açıdan, insani ve toplumsal bir olgu olarak kabul etmek gerekmektedir. Diğer açıdan, insani ve toplumsal olgu olarak kabul edilmesi, onun nedenleri, gerçekleşmeleri, etkileri ve sonuçları üzerinde düşünmeyi, sorgulamayı, farklı önerilerde bulunmayı, kısaca bir takım itirazlarda bulunmayı ortadan kaldırmaz. Aksine, nedenlerin, gerçekleşmelerin, etki ve sonuçların irdelenerek, farklı olabileceği üzerinde düşünmek kaçınılmazdır. Çünkü insani ve toplumsal olgular değişken bir içeriğe ve niteliğe sahip olmaları dolayısıyla doğal olgulardan ayrılmaktadır. Bu ayrımın temel ilkesi ya da nedeni, insan varlığının sahip olduğu “irade” yetisi ve gücüdür.

Sözgelimi toplumsal hayat içinde kendi emeğiyle, girişimiyle, çaba ve çalışmasıyla, diğer birisinden farklı imkân elde etmiş, mesela ticaret yaparak veya bir icatta bulunarak, zenginlik elde etmiş bir kimse, bazı eleştiriler söz konusu olsa bile, en basit ifadeyle “başarılı” sayılır. Bu durum ona toplum içinde ayrı bir konum atfeder. Yapılan itirazlar, yöneltilen eleştiriler, mantıklı ve gerçekçi nedenlere dayansa bile, onun elde etmiş olduğu konum kendiliğinden yadsınamaz. Ancak girişimleri, izlediği yol, sergilediği davranışlar, bir takım ilkeler ve değerler ölçeğinde irdeleme ve eleştiri konusu olabilir ve bu da toplumsal bilinç, değerler ve kültür açısından birer veri, yerine göre zenginlik olarak ortaya çıkabilir.

Emekle, girişim, çaba ve çalışmayla değil, her nasılsa toplumda belli şartlarda ve dönemlerde oluşmuş bazı ilkeler, değerler, yargılar sayesinde elde edilen göreceli veriler, konumlar ve durumlar birer zenginlik, servet kaynağına dönüşmüşse, işte o takdirde, insan ve toplumun değer dünyasında farklılaşmalar, buna bağlı ayrıcalıklar, zenginlik ve servetler bir olgu olarak ortaya çıkarlar. Ne var ki, bu durum hem insanın hem de toplumun dayandığı temel ilkeleri ve değerleri kendi içinde dönüştürme yanında, bu temel ilke ve değerlerin yozlaşmasına, çözülmesine, içeriklerinin boşalmasına da yol açar. İnsan ve toplum olma olgu ve gerçekliği yıkıcı bir sorun/sorunlarla karşılaşmak durumunda kalır. Mesela, siyaset gibi, bütünüyle değerler dünyasını yansıtmak görevi ve işleviyle yükümlü olan eylem alanı, servet edinme aracına dönüşür. Daha on altıncı yüzyılda İngiltere’de aristokrasiyi “bal vermez arılar” olarak tanımlayan T. More’un bu gözlemi, hâlâ geçerliliğini koruyor demektir.