ŞERRİNDEN EMİN OLAMAMAK

Abone Ol

Bir ahlaki kişiliğin tanımlanmasında iki açıdan bakılarak değerlendirilmesi gerekir. Bunlardan sadece birinden bakılıp hemen ahlaki değerlendirme yapılması ve ahlaki yargıda bulunulması, kendi bağlamında yanlış olmasa bile, kişinin ahlakiliğini tam olarak anlamada eksiklik oluşturabilir. Dolayısıyla ahlâk ile ahlakilik olgusunun dengede tezahür etmesi gerekir.

Ahlaki kişiliğin değerlendirilmesinde ahlâk ile ahlakilik, birbirini tamamlayan iki bakış açısının dayanağını oluşturmalıdır. Kuşkusuz ahlâk ile ahlakiliğin ilişkisi dikkatli bir şekilde kurulmazsa, aradaki ince ve nazik çizginin ayırdına varmak zorlaşır.

Genel olarak ahlâk, içsel olan diye nitelendireceğimiz yetenek ya da gücü özünde mahfuz tutan davranış veya fiil ile doğrudan ilintilidir. Davranış veya fiilde tezahür etmeyen, bir başka ifadeyle somutlaşmayan söz konusu yetenek ya da güç, değerlendirme ve yargı düzeyine çıkmadığı sürece ahlâk, aynı zamanda ahlakiliğin konusunu oluşturamaz. Ahlakın içsel veya deruni kaynağı diyebileceğimiz yetenek ya da gücü, daha somut olarak niyet ya da irade, yani isteme şeklinde de adlandırabiliriz. Bu yönüyle ahlâk, ahlaki kişinin içsel dünyasına ait bir haldir. Dışa yansımadığı, yani davranış ya da fiilde tezahür ederek somutlaşmadığı için, değerlendirme yapma ve yargıda bulunma konusu edilemez. En yakınımızda bildiğimiz kişinin, bizi öldürme ya da yaralama düşüncesi, davranışına yansımadığı sürece, onu değerlendiremeyiz, yargı konusu yapamayız. Onun için “beraati zimmet asıldır”, yani iyi niyet içinde olmak, kişinin ahlaki kişiliğinin kurulmasında etkin olan bir ahlaki ilkedir, kısaca erdemdir.

İkinci açı, ahlaki kişinin davranışını değerlendiren ve yargılayan bir diğer ahlaki kişinin ya da öznenin varlığıdır. Onun ahlaki ilke gereği yaptığı değerlendirme, eleştiri ve yargılaması, ahlakilik olarak nitelendirilir. Çoğunlukla ahlâk olgusuna dıştan bakışı esas alan ahlâk anlayış ve yaklaşımları, ahlaki ilkenin ve normun tarihsel ve toplumsal gerçekleşmesine bakarak, ahlakın evrensel ve değişmez olmadığı, aksine kısmi ya da “konjonktürel”, bölgesel ve değişken olduğu sonucuna hemen varmaktadırlar.

Ahlaki kişiliğin, sözünü ettiğimiz iki açıdan kavranılması durumunda, herhangi bir kişiliğin ahlaki bakımdan güvenilir olup olmadığı hakkında doğru bir karara varmak mümkün hale gelebilir.

Bu durumu devletler ya da uluslararası ilişkileri tahlil edip değerlendirme işleminde de kullanmanın mümkün, hatta bir gereklilik olduğu söylenebilir. Gerçi, olgu olarak bir gerçekliği tespit etme işleminde doğruluk payı olduğunun kabulünde, bir dereceye kadar sakıncası olmayan, “devletlerarasında dostluk değil, kendi menfaati asıldır” söylemi, uluorta ifade edilegelmiştir. Bu bağlamda, özellikle Batı siyaset ve hukuk kültüründe bu adeta bir “motto”, deyim yerindeyse vecize hükmünde anlaşılmış ve uygulanmıştır da. Yeniçağda Doğal Hukuk’a bir öğreti boyutu kazandıran Hugo Grotius’un “pacta sunt servanda”, yani “ahde vefa” ahlaki ilkesini devletlerarası ilişkilerde ölçüt olarak ileri sürmesi önemli bir adım olarak görülmüştür. Oysa İslam Hukuku’nda “siyer” kavramıyla ifade edilen durum, bizzat Allah Resulünün uygulamalarında ahde vefa ahlâk ilkesinin yankı bulmuş halinden başka bir şey değildir.

Çağımızda, gerek ahlâk ve ahlakilik, gerekse siyaset ve hukuk alanlarındaki yansımalarına bakıldığında, ahlaki kişilik ve ahde vefa ilkesi açısından, asla güvenilir olmayan hatta kötülüğünden ve şerrinden dünyanın emin olamadığı bir sistem olarak duran bir güç vardır: Devletiyle, siyasetiyle, teknolojisiyle, desise ve hilesiyle Amerika. Şerrinden emin olamayan bu kişilik ve güçten kendini uzak tutabilen yönetimler, toplumlar, kıt kanaat de olsa, kendi yağlarında kavrulmayı başarabilmişlerdir. Küba, son birkaç onlu yıllardan beri Latin Amerika ülkeleri, Şah rejiminin devrilmesinden son bir iki yıla kadar İran bunlardandır. `60’lı, `70’li yılların Markos’u, Şah’ı, şerrinden emin olunamayanın has “müttefik”leriydiler. Sonları biliniyor.