Şehrin Karmaşası

Abone Ol

Aristoteles, “Bir şehir farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir şehir meydana getiremezler” der. Bir şehri meydana getirebilmek için ve onun varlığının remzi bir dünya tasavvurunu açığa çıkartabilmek için farklılıkların zenginliğine ihtiyaç olduğu aşikâr bir konudur. Bu tasavvur insanlara hayatı nasıl algıladıkları, nasıl yaşadıkları ve nasıl bir ilişki kurduklarını da söyler. Bir bakıma sosyal bir organizmayı harekete geçiren temel etki bu farklılıkların birbiri ile ahenkli bir bütün oluşturabilme kabiliyetlerinde gizlidir. Kadim şehirlerin hepsinde bu iz sürülebilir ve biraz dikkatli bir şekilde Anadolu’ya baktığımızda bunun bütün yansımalarını görebiliriz. Hatta bu kadar tahribata uğramış olmasına rağmen.

Aslında karmaşık bir haldedir bugün şehirlerin geldiği nokta; öyle ki şehirler artık kent olarak ifade edilmeye ve çoğunlukla da birbirinin yerine kullanılmaktadır. Oysa nüanslarla da olsa farklılıkları bünyelerinde barındırırlar. Ondan dolayı Şehir/Kent ile uğraşırken karşılaşılan zorlukların bir kısmı onun kendine özgü bu karmaşık doğasına bağlı iken diğer bir kısmı da ona temas edenlerin, onun üzerinde tasarrufta bulunanların zihni karmaşıklığına bağlıdır. Elbette bu karmaşıklığın bir diğer boyutunu da üzerine düşündüğümüzü varsaydığımız şehre/kente ait sorunların kavramsal olarak doğru bir zemine oturtamayışımıza da bağlıdır. Bu bakımdan bu alandaki yetersizlikler elbette tanımlama ve çözümlemede doğru adımların atılmasının önündeki en büyük engelleri teşkil eder.

İşte tam da bu noktadan itibaren Şehirlerin/Kentlerin yönetiminin nasıl olacağı, burada pratik olarak uygulamaların sorunları daha da karmaşıklaştırıp içinden çıkılmaz bir sorunlar yumağına dönüştürdüğüne şahit oluruz. Bütün bu süreçlerin birbirinden tutarsız, devamlılığı olmayan uygulamalar ve bir şehir/kent ufkuna sahip olmayan yönetici zevatın kişisel sınırlılıkları ile de keşmekeşin ortaya çıkardığı bir kaotik yönetim anlayışı küçük büyük bütün yerleşim yerlerinde gariplikler silsilesi doğurduğuna az biraz seyahat eden her göz tanıklık etmiştir. Uyumsuz, biçimsiz içerisinde ne tarih ne de yönetenlerin zihinsel dünyalarına dair izler taşımayan hilkat garibesi birçok uygulama şehrin sakinlerinin gözlerinin önünde yapılmaktadır. Ve bu yapılan edilen kendi gidişatı içerisinde doğal bir görünüm sunuyor. Sadece koltukları işgal eden insanlar değişirken uygulamalar ve yaklaşımlarda sadece grinin bir tonu kadar farklılık olduğu istatistikî bir araştırma ile kolayca ortaya konabilir.

Yıllar içerisinde vaatleri, sloganları alt alta toplayıp koyduğumuzda bir de şehirleri/kentleri ruhsuzluğun kıyısına sürükleyen inşaat sektörünün reklam ilanlarını alt alta dizip iki veriyi karşılaştırdığımızda yönetenlerin vizyonu ile yapanların vizyonlarının birbiri ile nasıl örtüştüğünü açık bir şekilde görebiliriz. Elbette iki durumun da ana omurgasını oluşturan şey pazarlamadır. Birisi bir yapıyı diğeri bir adayı pazarlayan bu ilanların ortak noktaları çoktur.  Elbette buraya takılıp kalacak değiliz ancak bu işin doğasını irdelemek gerekiyor. Yoksa mesele sen-ben meselesi olarak kısır bir döngünün içerisinde kaybolup gidecektir. Nasıl ki şehirlerin/kentlerin can damarlarını yok edip, beton yığınlarının arasından doğayı, manzarayı ve sağlığı pazarlayan inşaat projeleri bir pazarlama stratejisi taşıyorsa, adayların birden ceplerinden bir gece de çıkartıp sayıp döktükleri projelerde insana, şehre/kente ve onun asli meselelerine değmeden popüler olanı kutsamaya ve koltuğu almaya yöneliktir.

Bu noktada açığa çıkan bir diğer soru ise şehirlerin yönetimine kimleri seçiyoruz? Şöyle kısa bir zihni yoklama yaptığımızda daha bir kez bile yaşadığı yere dair, düşünmemiş ve oranın meseleleri ile hemhal olmamış ve bir kere dahi olsa o yerle ilgili bir hayal kurmamış nice insan bir anda kendini önde bulmuş olabilir ki birçok söylem ve ifade bunu açıkça gösteriyor. Onu şunun için ifade etmekte fayda var, üzerinde yeterince durulmamış ve ne bulunduğu siyasi zihniyet ya da ideoloji ile bir bağlantısı olmayan inandırıcılıktan çok uzak projeler ile aslında şehre/kente dair gerçekçi bir şey vaat etmiyorlar.

Elbette bu kadar gürültünün içerisinde insanın kendine, kendi dünyasına farklılıklarına saygılı ve birlikte bir şehir/kent kurabilecek doğru tercihi bulabilmesi zor görünüyor. Üstelik bu kadar propaganda bombardımanı içerisinde şehre/kente ve onun sakinlerine dair elde ne var, bu da gümbürtüye gidiyor. Onun için bütün bu süreçlerin neticesinde iş gelip bir takım meziyetler etrafında kilitleniyor. Belki de çözümü, bu kilit durum getirecektir. Peki, o nedir? Elbette bu, yönetmeye talip olanların zihniyeti ve taşıdığı değerler ve sorumluluk bilincidir.

Bu noktada ortaya çıkan erdemler elbette ki seçimlerimizi, tercihlerimizi şekillendirecektir. Çünkü aslolan liyakattir. Verilen emanetin sorumluluğunu bilen ve bu emaneti ne pahasına olursa olsun heba etmeden şehrin/kentin asli sahiplerine aldığı gibi tertemiz bir şekilde teslim edecek kişileri seçmek ve seçtiklerini denetlemek ve de birlikte yaşadığı yere katma değer sağlamak seçicilerin, yani halkın görevidir. Bu noktada şehri/kenti yeniden yaşanabilir bir yer haline getirmek için adım atmak ve dürüstçe, vicdanlı bir şekilde sandığa gitmek gerekiyor. Eğer vicdanını tercihinin arkasına koyabilirsen işte o zaman yaşadığın şehrin, memleketin sorunları ile de yüzleşebilirsin. Bu yüzleşme çözüm için bir anahtar mesafesindedir. Şimdi anahtar senin elinde, şehrini şehreminine teslim edebilirsin. Hoşça bakın zatınıza…