Dünyanın her yanında insanların merak ettiği en önemli yerlerdir saraylar.
Bu yüzden ziyaretçiler ile dolup dolup boşalırlar.
Saraylar da bu durumdan memnundur.
Gerçi öyle kimseye mutluluk getirdikleri görülmemiş.
Pek çok padişahın öldürülüşünü gören, şehzadelerin boğduruluşuna şahit olan, hayal kırıklıkları, gözden düşmeler, ihanetlerle sarsılan bu görkemli binaların dili olsa da, yaşadığı hüzünleri anlatabilse.
Sultan Aziz’in bileklerinin kesildiği Feriye Sarayı’ndaki çığlıklar, Anadolu yakasını inletmiş, Fethi Paşa korusunda bu haykırışlar saatlerce yankılanmıştır.
Osmanlı, sürgüne yollandıktan sonra da uğursuzluklar bitmemiş, son halife Abdülmecid, Paris’te vefat ettiğinde cenazesi on yıl vatan toprağına gömülmeyi beklemiş. Kızı Dürrüşehvar, dönemin hükümet başkanı olan İsmet İnönü ile babasının defin işlemini çok konuşmuş ama “şartlar olgunlaşmadığı” gerekçesi ile emeline ulaşamamış. Paris Camii’nin bir hücresinde on yıl bekletilen cenazeden sonunda caminin mütevellisi de usanmış, derhal bunu buradan alın komutu gelince halifenin cenazesi Medine’de toprağa verilmiş.
Fakat saray sakinlerinin acıları değil binaların yalnız kalma korkusu idi, yazı konum.
Bu endişelerinde yanılmışlar zira cumhuriyetin elitleri kendilerini hiç yalnız bırakmamış.
Hatta zamanın basını için “Dolmabahçe’deki şehzade” ifadesi Ömer İnönü için kullanılmış. Sarayın bütün ışıklarının yakılması israfı ile “şehzade” Ömer İnönü eleştirilmiştir.
Sadece İnönü’nün çocukları değil, Celal Bayar da saraydan iyi anlıyordur.
3. Cumhurbaşkanı da Küçüksu Kasrı’nı mesken tutmuştu.
Hatta kasrın karşısındaki Küçüksu Camii’ne namaz kılmaya gelen halkın merakından muzdaripti.
Şöyle sessiz bir ortamda insanların bakışlarından uzak bahçeye çıkmak, denizi seyretmek mümkün olmuyordu.
Cumhurbaşkanının konforu için cami feda edilmiş, yıktırılan mabedden insanların ayakları kesilmişti.
Atatürk Dolmabahçe Sarayı’nda ölene dek kalmayı tercih etmişti. Sağa sola gitse de, yurt gezilerinde bulunsa da, Ankara’da Çankaya Köşkü’nde kalsa da, İstanbul’daki ikameti burası idi.
Meşhur sofralar Dolmabahçe’de düzenlenir, devlet kararları bu sofralarda alınırdı.
Hal böyle olunca saraylar da bir çocuk gibi yalnızlık korkusu çekmezlerdi.
Beylerbeyi Sarayı’nın da yalnızlık çekmesine müsaade edilmez Atatürk’ün sofraları oraya da taşınırdı.
“Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri” isimli kitapta Cemal Granda, sofraların Beylerbeyi kısmını şöyle anlatır:
“…Beylerbeyi Sarayı’nda yine böyle bir toplantı oldu. Meclis oldukça kalabalıktı. Ses ve saz sanatçıları, müzisyenler de konuklar arasındaydı. Meclis Başkanı Kazım Özalp, Milli Eğitim Bakanı Vasfi Çınar başta geliyorlardı.
Şişli sosyetesinden toplanmış on kadın toplantıya çeşit katıyordu. Gerçi genç, güzel denemez fakat olgun kadınlardı. Çok pahalı ve şık giyinmişler, boyanmışlardı. Kadın konusunda biraz kıskanç olan Atatürk, kadınların tırnaklarının bile boyanmasını hoş karşılamazdı. Boyalı kadın gördü mü, boyalarını sildirir, yıkanmalarını ister, “Olduğu gibi görünün…” derdi.
Bunlara da aynı şeyi yaptı. Kadınlar boyalarını sildikten sonra soyundular. Sıcak bir Ağustos gecesiydi. Beylerbeyi Sarayı’nın beyaz mermerleri üzerinde yürüyerek salonun ortasındaki göz kamaştıran havuza girdiler. Atatürk kadınların yürüyüşüne dikkatle bakıyordu. Bu eğlence saatlerce sürdü.
Bir yanda Cumhurbaşkanlığı Orkestrası, bir yanda alaturka müzik… Bağdaşır mı, bağdaşmaz mı, onu bilmem ama o gece aynı çatı altındaydılar. Her zaman gelen sazendeler arasında Deniz Kızı Eftelya, Safiye Ayla, Nubar Tekyay, Selahattin Pınar, Hafız Yaşar bulunuyordu. Yaz süresince her akşam bu toplantılar yapıldı.”
Yok, bugünkü konum, kadın hakları ile alakalı olmadığı için kadınların boyalarını nasıl zorla çıkarttırır, bu insan özgürlüğüne aykırıdır, diye eleştirmekten uzak duracağım.
Fakat sarayların sızlanmasına gerek yok, demek ki hiç yalnız kalmamışlar.