Şapka takmayanı mezardan çıkartıp asarlar

Abone Ol

İNKILABIN kelime manası; var olan bir yapının aksayan, işlemeyen ve tıkanan taraflarını düzeltip çağın ve zamanın ihtiyaçlarına göre tekrar dizayn etme faaliyeti ve çabasıdır. Devrim ise; var olan bir yapının aksayan veya aksamayan kısımları gözden geçirilmeden o yapının tamamının değiştirilmesi ve elden çıkartılmasıdır. İşte bu inkılap-devrim paradoksu içinde dünya üzerinde gelişmiş ne kadar ülke mevcutsa hepsinde mutlaka inkılaplar, devrimler ve ilerleme hareketleri yaşanmıştır. Meselâ Almanya’da 1920’li yılların başında yaşanan Eğitim alanındaki o müthiş devrim veya İtalya’da yaşanan Ağır Sanayi İnkılâbı, Amerika’daki Şehirleşme İnkılabı, Fransa’da yüzyılın başında meydana gelen sosyal yapıdaki değişme hareketleri bu sosyal inkılaba ya da devrime örnek gösterilebilir.

Dünyada bizim dışımızda bulunan bu ülkelerde böylesine mühim inkılaplar yaşanırken elbette Türkiye’de de inkılap adı altında çok keskin ve sert devrimler yaşanıyordu. Hem de peş peşe. Ama ilginç olan nokta; biz devrim ya da inkılâp kavramına diğer ülke insanlarının yüklediği mana ile bakmadık hiçbir zaman. Çünkü Avrupa’da yaşanan ve sosyal hayatı müspet manada etkileyen bu devrimlere karşılık biz de ise ilan edilen her devrim ardından sıkı bir emirler zincirini, uymayanlara ise sonu meçhul zindanlar yolunu açan kara bir kâbus misali üzerimize çöküyordu. İnsanlarımızın hayatlarını etkileyen bu devrimlerin ne olduğunu merak mı ediyorsunuz O halde buyurun kısaca Türk devrim tarihimiz;

25 Kasım 1925: Kıyafet devrimi. “Şapka iktisası” kanunlaştı. Eskiden giyilen başlık türlerini bırakın giymeyi, hakkında yazı yazmak bile yasaklandı. Şapkanın dışında herhangi bir başlığı giymek şöyle dursun ima yolu ile övmek bile neticesi idam olan bir sürecin başlangıcıydı.

30 Kasım 1925: Tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı.

26 Aralık 1925: Takvim ve saat devrimi yapıldı. Hicri ve Rumi takvim kullanmak her şekliyle yasaklanıp, yerine Roma İmparatoru Sezar’ın emri ile hazırlanan ve ardından Papa Gregorius’un düzenlediği dolayısıyla onun adına nispetle “Gregoryan Takvimi” adı verilen Hıristiyan takvimine geçildi.

17 Şubat 1926: İsviçre Medenî Kanunu Türkçe’ye tercüme edilerek “Türk Medenî Kanunu” adı verildi.

1 Mart 1926: Antik Roma zamanında M.Ö. 451’de halkı sömürmekten başka bir iş bilmeyen Romalı asillerin oluşturduğu “Partici”lere karşı sömürülmeyi reddeden “Plep”lerin açtığı isyan bayrağı neticesinde bu iki grup arasında orta yolun bulunması için hazırlanan ve tarihi literatüre “12 Levha Kanunları” diye geçen kanunların 20. yüzyılın başlarında İtalyan Ceza Kanunu adıyla İtalya’da kullanılan şekli Türkçeye çevrilerek “Türk Ceza Kanunu” adı verildi.

Yine aynı tarihte yani 1 Mart 1926’da Türkiye’deki bütün orta dereceli okullardan din dersleri kaldırıldı.

28 Mayıs 1927: Binalar üzerindeki tarihî kitabe ve tuğraların kazınması hakkında kanun çıkarıldı. Dünyada görülmemiş bir tarihi eser katliamı başlatıldı. İstanbul Üniversitesi merkez binasının örtülmüş olan tuğrası buna mühim bir örnektir.

10 Nisan 1928: Lâiklik kabul edildi. Anayasadan, “Devletin dini, din-i İslâm’dır” ibaresi kaldırıldı. Milletvekili yeminlerinde “vallahi” yerine, “Namusum üzerine” lafı getirildi.

24 Mayıs 1928: Rakam devrimi yapıldı.

3 Ekim 1928: Harf devrimi yapıldı. Dünyada ilk defa bir milletin yazısı değiştirilerek, okuma yazma oranı bir gecede “sıfıra” indirildi. İslâm harfleri atılıp Lâtin harfleri alındı.

1 Ocak 1929: Arapça harflerle dilekçe ve kitap yazılması yasaklandı.

1 Nisan 1931: Ölçü ve tartı devrimi yapıldı. Bin yıl boyunca kullanılan ölçüler atılıp, yerine Avrupa’da kullanılan ölçü ve tartı birimleri getirildi.

Bu devrimler, iktidarı ele geçiren zümrenin, toplumun devlet eliyle yeniden şekillendirme projesinin bir ürünüydü. İktidar, halkın geçmişiyle olan tüm bağlarını koparıp yepyeni bir sayfa açmak istiyordu. Ancak bu sayede halk nezdinde meşruiyet kazanacağını düşünüyordu. Avrupa karşısında “yenilmişlik psikolojisi”, devrimleri uygulayan kadronun bilinçaltını motive eden en etkin unsurdu. Bu unsur, söz konusu kadronun kendine ait tüm değerlerden nefret etmesine yol açtı. Buna, Batı’ya ait değerlere hayranlığı da eklemek gerek. İşte devrimler, bu psikolojik arka planla yapıldılar.

Devrimleri yapan kadro, kendine ait değerleri her gördüğünde “yenilgisini” hatırlıyordu. Bu onda öz değerlerine olan kini bir kat daha arttırıyordu. En sonunda bu süreç “kendinden nefret” noktasına varıp dayandı. Zaten devrimlere yönelik tepkiler karşısında devrimci kadronun uyguladığı şiddet ve kanlı uygulamalar, ancak böylesi bir psikoloji ile izah edilebilirdi.

Söylemeye gerek yok ki, bütün bu devrimler halka rağmen yapıldı. Sadece bu ülkede değil, dünyanın neresinde olursa olsun, böylesi bir mühendislik projesi tepkiyle karşılanırdı. Tabiatıyla bu ülke insanı da, “tepeden adam etme” operasyonlarını tepkiyle karşıladı.

Öncelikle böyle bir uygulama sosyoloji biliminin bulgularına aykırıydı. Kanunla, yasayla, sopayla, kurşunla bir halk kendi kültüründen bir çırpıda koparılıp bir başka kültüre eklemlenemezdi. Yani kendisi olmaktan çıkarılıp başkası yapılamazdı. Nitekim öyle de oldu. Anadolu insanı bu tepeden yürütülen mühendislik operasyonuna yer yer çok şiddetli tepkiler verdi.

Halkın bu tepkileri hemen her zaman sivil itaatsizlik adı verilen türden tepkilerdi. Fakat her seferinde bu tepkiler silah zoruyla bastırıldı. Devrimlere yönelik her sivil tepki, devrimciler tarafından bir “isyan” olarak telakki edildi. Öyle telakki edildiği için de, şiddet yöntemiyle, kan dökerek bastırılma yoluna gidildi.

Sivil tepkilere karşı en kanlı eylem “kıyafet devrimi” adı verilen şapka iktisası hakkındaki kanunun yürürlüğe girmesi ile başladı. Nitekim Cumhuriyetimizin Kurucusu Mustafa Kemal 22 Ocak 1923’te Bursa’da;

“Kan ile yapılan inkılaplar daha muhkem (sağlam) olur, kansız inkılap ebedileştirilemez” demiştir. Bunun yanı sıra Harbiye marşında;

“Kanla, irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti” mısrası yer bulmuştur. Yine aynı şekilde Şapka İnkılabı’nı tanıtmak için gittiği Kastamonu’da Mustafa Kemal, şapka giymek istemeyenleri kastederek;

“Bu kadar yüksek ve önemli amaca ulaşabilmek için, gerekirse bazı kurbanlar verilir” demekten kendini alamayacaktır.

Bu “yüksek ve önemli amaç”ın gerçekleşmesi, yurdun dört bir yanındaki onlarca insanın hayatına mal olmuştu. Bundan ayrı olarak Beyoğlu’nda Hıristiyan nüfusa şapka dikmekle geçimini temin eden Yahudi ve Hıristiyan şapkacılar da bir anda zengin olmuş, şapka devrimi en çok onlara yaramıştı. Şimdilerin ünlü Vakko’sunun eski sahipleri de şapka devriminin zengin ettiği gayr-i Müslimlerdendi. Çünkü o günlerin fiyatıyla bir şapka, bir aylık maaşa bedeldir.

Bu müthiş devrimden sonra ülkede başta tüm memurlar olmak üzere vatandaşlar şapka giymeye, giymeyenler ise hapislere atılmaya veya asılmaya başlandı. Ülkede şapka ithalatı yüzünden ciddi bir ekonomik kriz yaşandı. O dönemi yaşayan Rıza Nur şöyle söyler:

“Ekonomik olarak müthiş bir zarar. Milyonlarca lira dışarıya akıp gitti. Bundan da Yahudiler yararlandılar. İtalya ve Fransa’da mevcut yeni ve eski şapkaları milyonla memlekete soktular. İki-üç Frank kıymeti olan bu şapkalar en aşağı on liraya (120 Frank) satıldı. Bunların çoğu zımpara kâğıdı ile temizlenmiş kullanılmış şapkalardı.”

Bir ülkenin vizyonunu bir anda genişleten bu müthiş Şapka İnkılabı’nı protesto etmek için ülkede isyanlar, olaylar çıkmadı değil. Meselâ;

28 Kasım’da Sivas’ta, “Şapka giymek istemiyoruz. Gâvur kılığına girmek istemiyoruz” naralarıyla bağırarak valilik binasına yürüyen halk, asker tarafından durdurulmuş ve yürüyüşü tertip etme suçundan dolayı 2 hoca idam ile cezalandırılmış, geri kalan ise çeşitli sürelerde hapse mahkûm edilmiştir.

Aynı tarihlerde Erzurum’da halk, Çifte Minareli Camii Meydanı’nda şapka aleyhtarı bir eylem yapmış bunun karşılığı olarak asker kalabalığa ateş etmiş 15 kişi vurularak öldürülmüş, biri kadın olmak üzere 13 kişi idam edilmiş, 80 kişi tutuklanmıştır.

Erzincan’da yaşanan hadise ise tam bir insanlık ayıbıdır. İstiklal Mahkemesi o tarihlerde şapkaya karşı çıktığı için Mevlevi İbrahim Hakkı Efendi’yi gıyabında idama mahkûm eder. Fakat hocaefendiyi bulamadığı için bu idamı gerçekleştiremez. Bir sabah namazı vakti İbrahim Efendi ruhunu Allah’a teslim eder. Çocukları babalarının ölüm haberini İstiklal Mahkemesi’ne bildirir. Mahkeme tarafından köye bir müfreze gönderilir. Müfreze başındaki yetkili bu durumu kabul etmez. “Olmaz. Bu adam kanuna karşı geldi mutlaka asmam lazım” der. Bunun üzerine kabir açılır. Şahitlerin huzurunda kanuna muhalefet etmek suçundan ceset asılır sonra tekrar gömülür.

24 Kasım’da Kayseri’de, 27 Kasım’da Maraş’ta, 17 Aralık’ta Rize’de, 31 Aralık’ta Ankara’da, 2 Ocak’ta Çorum’da, 1 Şubatta Giresun’da halk eylemleri görülür. Sonuç yine aynıdır. “Bu yüksek ve önemli amaç” için binlerce kişi öldürülür yüzlerce kişi asılır. On binlerce kişi hapse atılır. Bu arada bu şehitlerden biri de herkesin bildiği rahmetli İskilipli Atıf Hoca’dır.

Başka söze ve başka misale gerek var mı Muhabbetle…