Kendi varlığını, karışışındakine, özellikle de rakip
saydığı bir varlığa göre tanımlamaya, konumlandırmaya ve tanıtmaya çalışan bir
kimsenin, temel sorununu kavrar hale gelmesi pek kolay olmaz. Çünkü bu yolda,
kendi varlığı üzerine eğilip onu tanıma iradesi, isteği ve çabası bir türlü
gerçeklik kazanamaz. Gerekli dikkat, titizlik ve yoğunluğunu devamlı kendi
dışına yöneltmeden kendini kurtaramadığı için varlığına bigâne kalır, sonra
ondan uzaklaşır, giderek kendisine yabancılaşır. Bu arada karşısındakisinin ya
da rakibinin varlığı, kendi varlığını adeta emmeye, temessül etmeye başlayacağı
için, onun hakkında edindiği izlenimler, algılar, kavrayışlar varlık
gerçekliğinden de soyutlanır. Çünkü gerçek varlık kavrayışı muhtevasız ya da
maddesiz bir biçim niteliğine dönüşür. Bir yandan kendi varlığının gerçekliğini
yitirirken, diğer yandan rakibinin yanılsatıcı varlığını gerçeklik görüntüsü
haline getirir. İradesi, isteği ve çabası, kısaca bilinci işler görünmesine
rağmen, muhtevasını bir türlü oluşturamaz.
Böyle bir varlığını ve zihin yapısının, hem kendi
varlığının imkân ve şartlarını, hem de içinde yaşadığı dünyanın imkân, fırsat,
tehlike ve şartlarını mahiyetleri gereği doğru bir tarzda kavraması,
değerlendirmesi ve yorumlaması pek mümkün olmaz. En azından ihtimal olarak, bir
hayli düşük bir doğruluk payı burada söz konusudur.
Genel bir yaklaşımla İslam dünyasının karşı karşıya
bulunduğu sorunu, yaşadığı hayat ve dünya gerçekliğini böyle bir metafor
temelinde irdelemek mümkün gözükmektedir. Elbette, burada muhayyel, geçmişte
gerçekleşmiş birtakım tezahürler, olgular ve gerçeklere yüklenen algılamalara
dayanarak oluşturulmuş ve olması gereken öncüllere bağlı bir varlık
kavrayışı, bütünüyle göz ardı edilemez. Hatta böyle bir varlık tasavvuru her
Müslümanın zihin dünyasını besleyici bir kaynak olarak daima, amiyane deyişle
zulada tutulmayı, yerine göre şart koşar, ihtimal dâhilinde de olsa
zorunluluk şeklinde kendini hissettirebilir. Açık ifadesiyle hayal kurma
becerisini daima teşvik eder. Çünkü hayali olmamak, daha baştan gerçek olana
taliplik iddiasından vazgeçmek demektir.
Belki de, ayırdına varılamadığı için, hayal ile gerçek
ilintisini anlamlı bir temelde kuramamanın sonucu olarak, İslam dünyası kendi
varlığıyla, rakibinin varlığı arasındaki mahiyet ve nitelik farkını yerli
yerine oturtmakta zorlanmaktadır. Olaylar, olgular, nedensellikler, ne kadar
fazla, ne kadar yoğun etkilere sahip olsalar da, insan zihninde ve içi
dünyasında kendiliğinden değer üretemezler, kendiliğinde birer değere
dönüşemezler. İnsan kendi zihni dışındaki varlıkları, nesneleri, dünyayı değere
dönüştürme, değerler üretme yetisine sahiptir. Rakip şeklinde tanımlanan
varlık, nihayet insanın zihni dışında bulunan bir olgunun ve bunlara kendi
varlığını bağlamış bir zihin, ancak onların varlığını ve dünyasını dıştan,
tezahür ve tecellilerinden algılayabilir. Burada, Budacılıktaki ahlaki ve aynı
zamanda ruhi saflık ve olgunluğa erişme süreci üzerinde kısaca durulabilir. Söz
konusu ahlaki öğretide saf ve mutlak Ben e erişme sürecinde Nirvana kavramı,
daha doğrusu keyfiyeti belirleyicidir. Anlamsız nitelendirmeler ile Nirvana
Tanrı olarak tanımlanır. Gerçekte Nirvana bir keyfiyet olarak varlığın,
yani insanın, kendi varlığı dışındaki her varlık veya nesneden iradi ve
bilinçli olarak kurtularak saf ve mutlak Ben ini gerçekleştirmesidir. Sonuçta
bu niteliği kazanmış ya da bu niteliğe doğmuş olan Ben, artık saf kendi olarak
varlıklara, nesnelere ve onların dünyasına dönebilir, çünkü o kendi varlığını,
diğerlerine göre tanımlama ve kavrama bağından kurtulmuş, tam Benliğine, tam
bağımsızlık ve özgürlüğünü güncelleştirmiş (actuelle) ve gerçekleştirmiştir.
Demek oluyor ki, İslam dünyası, öncelikle ve mutlaka
kendi varlığına, bunun gerçeklik imkân ve şartlarına, sorunlarına,
müşküllerine, zaaflarına, noksanlarına, ihmal ve aldanmalarına, özetle,
cehaletine, yoksulluğuna, işsizliğine, üretimsizliğine, bilim, düşünce ve sanat
alanındaki verimsizliğine, birbirini katledip boğazlaşmasına, birbirine
tahammülsüzlüğüne, insafsızlığına, zalimliğine vb. bakmak durumundadır.
Allah ın dini olarak İslam zaten yücedir, mesele o yüceliğe yükseltici bir
varlık niteliği kazanabilmededir.