Gecenin kendisini yarıladığı demlerde belli ki bir değeri olmayan değerlendirme toplantısı nihayete erince suskun ve yorgun, yarı karanlık sokaklara aktılar. Sonunda evine ulaşacağını bildiği iki sigara içimlik yolu yalnız yürümeye karar verdi İbrahim. İsminden olsa gerek genzini yakan, burnuna kadar yükselen, hatta alıp verdiği nefeslere sirayet eden yalnızlık kaderden bilinmeliydi. Yürüdüğü kaldırımın ortasında hayat adına yuvarlanışını tamamlamış görünen ve boş boş duran pet şişeye şöyle gelişine bir tekme fırlatmak istemedi. Sağ eli pantolon cebinde, sol elinde kitabı ve defteri, bir an evvel evine ulaşmak istedi.
Bir saniyeden uzun, iki saniyeden kısa aralıklarla apartmanın kirli, hep kirli, yıkansa da kirli ve gri merdivenlerini adımlarken zihninin her seferinde takılıp kaldığı kat ışıklarının apansız yanan sensörlerine de hiç takılmadı. Bakışıma insanlar, gelişime ışıklar hasta diye de düşünmedi. Bir müddet cebinde anahtarını aranıp kayıtsızca çıkardı. İçeriye süzülüp montunu bezgince çıkarırken salon kapısında beliren babasının bu saate kadar uyumamış olmasına da hiç şaşırmadı. Onu selamlayıp salona yollandı.
Karşılıklı ve suskun ama sorgusuz ve sanki sonsuz, yarım saati aşkın bir süre salonda oturdular. Neden sonra salt sessizliği bozmak niyetiyle olacak “Neyin var İbrahim, yorgun musun oğlum?” diye sordu babası. Yorgundu İbrahim, bıkkındı ve de bezgin… Soruyu duymazdan gelip yavaştan, tane tane kendisi sordu: “Allah’ı bırakıp da size hiçbir yararı olmayan şeylere ne diye kulluk ediyorsunuz?” Öyle soğuk, buz gibi yahut ürperten bir hava falan esmedi. Azer Bey, dönüp alınmışçasına oğlunun yüzüne de bakmadı. Yarı umursamaz, yarı alaycı “Biraz ağır olmadı mı?” diye sordu sadece. “Sen daha ağır şeyler duymuş, daha kötü şeyler görmüşsündür baba. Tüm ömrünü dört duvar arasında insanları tuzağa çekmek, zaten yoldan çıkmış ve asla yola gelmeyeceğine inandığın insanların yanlışını kazanca çevirmek adına harcamış bir insan, kim bilir nasıl şirkler, nasıl küfürler, irtidatlar, günahlar görmüştür. Şimdi anlatmaya başlasan senin sabahlara uzanan ne derin, ne manidar hikâyelerin vardır. Ve yüzünüze söylenebilen hangi gerçek ağır değildir? Sadece sen de değil, hangi biriniz bu hayatın brokerı değilsiniz? Ardına takıldığınız hangi haksızlığı, hangi zulmü, hangi yamuğu yanlış olarak tanımladınız? Hanginiz ucuz hamasetlerin, çirkin iftiraların, onayınızı kullanan beyinsizlerin kulu değilsiniz? Bir puta tapınmak beri dursun, hanginiz birer put olmak hevesinde değilsiniz?..” demek isterdi. Demedi. Bu kadarcık cümleyi sarf etmek için bile ziyadesiyle yorgundu. “Tanrı’ya işaret etmek istedim baba” dedi sadece. “Sonuçta herkesin putu kendine!”
Azer Bey, riski de yanılgıyı da yenilgiyi de bilen insandı. Yıllar yılı İMKB’de brokerlik yapmışlığın tecrübesiyle hiç alınmadı oğlunun kendisine saydırmayıp içinden geçirdiğini düşündüğü cümlelere. Keza kendisine ilettiklerine de. Emekliliğin getirdiği Konyalı tavrı sinmişti tüm hareketlerine. Ununu elemiş, eleğini asmış ve bir daha o eleğe hiç ihtiyacı olmayacakmış gibi hissediyordu herhalde. “Atanamadığın için mi bu kadar isyankârsın İbrahim?” diye sordu umarsız ve iğnelice. “Biliyorum, insanların hayatını yakmaktan keyif alıyorsunuz. Bunu zahiren, alenen yapıyorsunuz ve yanan ateşle kendi hayatlarınızı ısıtıyorsunuz!” diye cevaplamayı düşündü İbrahim. Ama böyle de söylemedi. Asaf Halet Çelebi’nin ‘İbrahim’ isimli şiiri düştü gönlüne. Tane tane okudu öylece: “İbrâhim / içimdeki putları devir / elindeki baltayla / kırılan putların yerine / yenilerini koyan kim?
Güneş buzdan evimi yıktı / koca buzlar düştü / putların boyunları kırıldı / İbrâhim / güneşi evime sokan kim?
Asma bahçelerinde dolaşan güzelleri / Buhtunnasır put yaptı / ben ki zamansız bahçeleri kucakladım / güzeller bende kaldı / İbrâhim / gönlümü put sanıp da kıran kim?”
Azer Bey, dudağında alaycı bir gülümseyişle kumandaya uzandı. Gece ilk yarısını çoktan tamamlamış, diğer yarısından da bir buçuk iki saat yemişti. Sesi ansızın tüm odayı dolduran televizyonda oy oranları, istatistikler dönüp duruyordu. Kanalı değiştirdi. Değişen ekranda insanlar İbrahimlerin yanışını kutluyordu çıldırmışçasına ıslıklar, alkışlar, haykırışlarla. Su taşıyan bir karınca görünmüyordu ortalıkta.