Pusu ve Düello - IV

Abone Ol

Önceki üç yazıda “Pusu” ve “Düello” sözcükleri ya da kavramları bağlamında, “Doğu” ve “Batı” kavramlarına, çoğunlukla mecazi yani imgesel bir takım anlamlar yüklenegeldiği ve bunun da en azından bir zorunluluk ifade edebileceği üzerinde durmaya çalışmıştık.

Gerçekten “Doğu” ve “Batı” kavramları, kimi zaman coğrafi ayrımının doğallığına koşut ve uygun farz edilen bir yaklaşımla insan ve toplum, siyaset, iktisat, hukuk, ahlâk, sanat-edebiyat ve uygarlık konularının da sınıflandırılabileceği görüşüne temel oluşturabilmiştir.

Ne var ki, söz konusu konuların ortaya çıkışında, yerleşmesinde, gelişmesinde, araştırılmasında ve sorgulanmasında kaçınılmaz olarak, belirsizliğe, sınır kaymalarına, karışıklığa, hatta yanılgın sonuçlar, kararlar verilmesine ve tanımlamalar, değerlendirmeler, yorumlar yapılmasına dayanak da olagelmiştir.

Bununla birlikte bu ve benzer konuları göz önünde tutarak, ama soyutlama ve genelleme yapmaktan kaçınarak, “pusu” kavramına insan ve ahlaki değer ölçeğinde birtakım çıkarımlarda bulunulabilir. Kuşkusuz bu çıkarımlar göreceli nitelikler şeklinde düşünülmek durumundadırlar. Ayrıca “Doğu” kavramının tarihi süreç bakımından bir önceliğinin bulunduğu, “Batı” kavramının oluşumunda da belirleyici bir işleve sahip olduğu, yine tarih olgusuna başvurularak açıklanabilir gözükmektedir. Dolayısıyla “pusu” kavramını açıklarken, ister istemez, bu iki kavramdan biri ağırlık taşırken, diğeri de daima etkilenme gizilgücüne açık durmaktadır.

Basit ve yalın anlamıyla pusu “saldırmak için saklanıp beklenilen yer” şeklinde açıklanmaktadır. Buna göre, gerek düşünce, gerek hareket olarak, belli bir amaca karşı gerçekleştirilmek üzere bir eylem söz konusudur. Fakat hem düşünce, hem hareket dışa yansıtılıp belirginleştirilmemiş olduğu halde, gerçekleştirilmesi saklanmakta, gizli tutulmaktadır. Düşüncenin ve hareketin hedefi olarak seçilen şey, bütün bunlardan müstağni, yerine göre olup bitecekten habersiz, hatta düşünce ve hareketi gerçekleştirecek olanın varlığından bile habersiz olabilir. En azından zaman ve mekân itibariyle, düşünceyi ve hareketi gerçekleştirecek olan hakkında yeterli birtakım duyumdan, bilgiden, değerlendirmeden yoksun olabilir. Böyleyken, varlığı, hayatı, sahip olduğu maddi ve manevi değerleri bütünüyle ortadan kaldırılma tehlikesi altında bulunmaktadır. Daha da önemlisi, bu düşünceye, harekete sahip olanın, varlığı yanında, onun kendisine yönelik niyet ve amacını bilme durumu da söz konusu olmayabilir.

Böyle bir durumda bulunan insan ile eğer kurulması ve gerçekleşmesi ihtimal dâhilinde bulunan ilişkinin öngörülmesi, bu ilişkinin mahiyet ve niteliğinin aşağı yukarı tahmin edilmesi, ona göre kendisini konumlandırması gibi tutumlar da söz konusu bile olamayacaktır. Dolayısıyla açık bir belirsizlik, tanımlanamaz bir bilgisizlik ile karşı karşıya kalınılması kaçınılmazdır. Ahlaki bakımdan bunun anlamı, sahip olunan ve beslenen niyetin, düşüncenin, eylemin belirsizliği, herhangi bir değerin gerçekleşme imkânını barındırmadığı için, ahlaki değerlendirmeye konu edilemeyecek demektir. Oysa ahlaki değer nesnel bir ölçüyü ve buna bağlı olarak bir değerlendirmeyi içermektedir. Dışa yansımamış veya yansıtılmamış bir niyet, düşünce ve hareket karşısında, ahlaki ölçü ve değer gerçeklik kazanamayacağı gibi, bizzat kabul edilip edilmeme sorununu da içkin olacaktır.

Dolayısıyla “pusu” kavramı, kendi dışında herhangi bir varlığı, düşünceyi, duyguyu, bilgiyi, değeri, ölçüyü tanımamak anlamına gelmektedir.