Parçalama bütünle

Abone Ol

İbni Arabî, “Aslından uzaklaşan her canlı, uzaklaşması ölçüsünde aslına dair bilgisini kaybeder” der. Bugün, aslından uzaklaşan insanın tuhaf davranışlarına bizatihi yaşayarak şahit oluyoruz. Kavramları, kurumları taklit ede ede geldiğimiz yerde baştan ne için yola çıktığımızı çoktan unutmuş oluyoruz. Şayet eldeki mevcut bir yere giderse ve başarılı olursa o zaman kendimize büyük bir pay biçiyoruz. Fakat bir duvara toslarsa yeniden bir yol deneme uğraşı içine giriyoruz.  Bu uğraşa girişirken de bir önceki çabalara dair bütün izleri, hafızayı ve tecrübeyi siliyoruz. Bu bakımdan bugün Müslüman kimliği bir “özne” olamıyorsa hakikatinden uzaklaşmasını, aslına dair bilgisini kaybetmiş olmasına bağlayabiliriz. Yaşadığımız hayata, sosyal düzleme, kavramlara ve bakış açılarımızdaki sapmalara buradan bakabiliriz. Son yıllarda fert ve toplum olarak çok parçalı bir hale doğru sürüklenip gidiyoruz. Ferdin kendini tahkim etmesi, toplum içerisinde yer edinme talebi, aslında modern zamanların “görünme arzusu” şeklinde tezahür ediyor.

Bu konuda ister bireyin sosyal medya kullanımı ile “trol”, “fenomen” olma girişimlerinin parlatılması, ister diğer taraftan da “sivil toplum” mezarlığına dönen dernek, vakıf vb. kurumların, erken kalkanın veya üç kişiyi bir araya getirenin kurduğu “nitelikten” yoksun, sadece hevese ve hırsa dayalı, amaçsız, içeriksiz birer insan öğütme merkezleri haline gelmesi; hem bireyi, hem toplumu dar bir çevreye hapsetmiştir. Bu durum toplumun “bütünlüğüne”, ferdin “şahsiyetine” büyük bir darbe şeklinde inmiştir. Açarsak birlikte bir iş yapmayı, birlikte hareket etmeyi becerememe ve her farklılığın dışlanması gibi aynı zamanda da bir konuda görüşü kabul görmeyenin hemen kendine yeni bir yol tayin etmesi; büyük bir enerji, insan ve zaman israfına yol açan bir hastalıktır. Bu açıdan baktığımızda nüanslarla birbirinden ayrılan, aynı işlere ve aynı işlevlere talip ve birbirinin kötü kopyası birçok “sivil yapı” ile karşı karşıya kalıyoruz. Peki, yola çıkarken ne talep edilmişti, gelinen noktada ne yapılmıştı? Kocaman boşlukların oluştuğu bu gedik aslında Türkiye modernleşme sürecinin en önemli problemlerinden biri olarak karşımızda duruyor.

Parçalandıkça bütünü kaybediyoruz. Tecrübeyi, birikimi, enerjiyi küçük hesaplara ve heveslere kurban ediyoruz. Rafine bir ukalalığın kollarında güç devşirmek ve güç çevrelerine erişim için nicelik ve görünüm üzerine kurgulanmış, bu iflah olmaz “benlik” duygusu kısa vadede kişi veya gruplara fayda sağlamış gibi bir görüntü verse de son tahlilde kaybeden yine topyekûn “millet” ve “ümmet” oluyor. Çıkış noktası “ümmetimin ihtilafında rahmet vardır” sözü gibi lanse edilse de ne hayırda bir yarış ne de ilim, ahlak, liyakat olarak göremediğimiz gibi başka bir konuda da bu rahmeti göremiyoruz. Çünkü “kuru hevesler”, bir türlü “mutmain olmayan nefisler” in getirdiği yer ancak “umutsuzluk”, “atalet” ve “güvensizlik” iklimidir. Müslüman öznenin el birliği ile nesneye dönüştürülmesi neticesinde etken kimlikten, edilgen kimliğe ve de savruk bir belirsizlikte bocalamasına neden olmuştur.

Nitekim bu hastalıktan çıkış için asıldan ne kadar uzaklaştığımız kadar, neye sahip olduğumuzu tespit etmemiz gerekiyor. Elimizdeki var olan değerleri gözümüzün önüne çıkartıp, hasar tespiti yaparak, yeniden gönülden gönüle köprü inşa edecek, gönüllülüğü esas alacak ve birlikte bazen insanın nefsine rağmen iş yapacağı ve güzelliğin hem bireysel hem de birlikte yaşanacağı o güzel iklime doğru sağlam adımlar atmalıyız.  Bir bütün olmanın vermiş olduğu o lezzetleri yeniden tatmalı ki kaybedilen zamanı, kaybedilen zemini, kaybedilen nesilleri telafi edebilelim. Şayet her erken uyananın “ego”sunu tatmin ettiği bir sahada bir Fars deyiş’inde ifade edildiği gibi, “Gerçek mezarlarımız toprakta değil, insanların kalplerindedir.” Kalplerimizi mezarlara çevirmiş olmadan, yasın ve ağıtın yerine umudu, heyecanı, aşkı, azmi ikame etmiş bir şekilde maviliklere motorlarımızı sürebiliriz. Fena da olmaz hani! Haydi, hoşça bakın zatınıza…

TAŞ GEMİ

Korkuyorum,

Birgün biri çıkıp “ Ey İnsanoğlu “ diyecek

ve kimse üstüne alınmayacak.

İlhan Berk

Not: Bir şarkı, kaç zamana denk düşer ki? Bir müzik kaç kez hayat kavşağının kesişim noktasında karşısına insanın çıkar ki! Bazen öyledir, eklene eklene gelir her şey, müzikler de öyle… Bu hafta “Aşk bu değil” diyor Müslüm Gürses hem de ciğerden, biz de eşlik ediyoruz. Azam, bu da benden…

Bize Kadar

Lacan,  bugünkü dünyada nasıl olduğumuzu tarif ediyor;“Biz, dünya gösterisinde, kendisine bakılan varlıklarız” diyor.

Albert Camus, “Kaygılar, sahip olduğumuz en mahrem şeylerimizdir” der.

Ali Şeriati, “Bazı kimseler o kadar kutsallaştırılıyor ki zaafları ve eksikleri hiç kimse tarafından görülmüyor” diyor.

Dostoyevski  “Yeraltından Notlar” da; “İnsan hem yoksul, hem de soylu olabilir” diyor. Baktığınızda göreceksiniz, dünya biraz da onların hatırına dönüyor.

Vedat Türkali, “Önemli şeyler uçar gider, bir küçük ayrıntı kıymık gibi batıp kalır bellekte…”

Michel Foucault “Gördüklerimizi ne kadar anlatırsak anlatalım, görünen hiçbir zaman kelimelerin içine sığmaz...”

Kierkegaard, “Bilinç derecesindeki her artışta bu artış oranında, umutsuzluğun yoğunluğu artar…”

Bu hafta, Yılmaz Özakpınar’ın “Kültür Değişmeleri ve Batılılaşma Meselesi” kitabını okuyalım. Halil İbrahim Uzun’un hatırlattığı kitap, Ötüken yayınlarından. Dönüp dönüp okuyabileceğin(m)iz bir kitap…

Dağarcık

“Garîbiyim bu yerin şevki yok, harâreti yok; Doğan, batan güneşin günlerimle nisbeti yok” (Süleyman Nazif)

***

“Önemli olan, insanların coşkularını ve heyecanlarını harekete geçirmek değil; düşüncelerini, bilincini, vicdanlarını, iradelerini ve sorumluluklarını harekete geçirebilmektir.” (Atasoy Müftüoğlu’ndan tadımlık)

TEKKE

“Üç sınıf Allah’ın sevgisinden uzak tutulmuştur:

-zalimler,

-onlara yardım edenler,

- zulmü hoş karşılayanlar. (Hz. Ali’den tadımlık)