Sanat üzerine bir arkadaşımla konuşuyoruz. Sanat ve sanat eserlerinin korunması adına yapılması gerekenleri sıralıyoruz arka arkaya... Ardından hayıflanıyoruz sahip çıkamadıklarımız için...
Bugün birçok alanda olduğu gibi hat sanatına yönelik eserlerimizin de büyük çoğunluğu yurt dışına çıkarılmış durumdadır. Osmanlı dönemine ait Kur an yazmaları, kıymetli yazma eserler, güzelim hat örnekleri Amerika ya, İngiltere ye, Fransa ya, Mısır a, hatta Kuveyt e taşınmıştır. Maalesef kütüphanelerimiz boşaltıldığı gibi Anadolu da, İstanbul da şahıslarda bulunan tarihî eserler el / mekân değiştirmiştir. Sata sata bitirilemedi. Hâlâ da satmaya devam ediliyor. Aç gözlülük, para hırsı insanlarda haysiyet, şahsiyet bırakmadı.
Bir arkadaşım anlattı: "Kadıköy e eski eserin ne demek olduğunu bilen bir sahaf dostumun dükkânındaydım. Etrafıma şöyle bir bakıp hayıflandım: Bugüne kadar ne kıymetli eserler gelip geçmiştir bu raflardan... Dükkânın dili olsa kim bilir neler anlatır neler!
Ben ordayken bir faks geldi. Sahaf arkadaşım benden faksı okumamı istedi. Faks İngiltere den geliyor ve uzunca bir kitap listesini ihtiva ediyordu. Altındaki notta da, Bunları gönderiniz deniyordu. Ne paradan ne de puldan söz ediliyordu, sadece gönderiniz deniyordu. Bu sahaf için bir açık çekti.
Bu arada bir Yunanlı turist girdi içeriye... Sağa sola baktı, kitapları, ortada duran belgeleri karıştırdı... Çöpe atılmış Osmanlıca yazılmış kâğıtları gördü. Eline aldı, baktı, inceledi ve bunları almak istediğini söyledi. Parasını sordu ve söylenen parayı tereddüt etmeden ödedi. Sahaf bana dönüp: Osmanlı nın çöpü bile para ediyor, hâlâ Osmanlı dan yiyoruz, onun sayesinde geçiniyoruz dedi."
***
Tam yeri gelmişken daha önce karşılaştığım bir olayı paylaşmak istiyorum. Bir kutlama vesilesiyle bir "hocaefendi"nin evine gitmiştik. Oldukça iyi bir muhitte, itina ile döşenmiş, geniş bir eve misafir olduk... İzzet ve ikramdan sonra sıra sohbete geldi.
Başımı etrafa çevirdikçe yerlerde üst üste dizilmiş kitapları görüyordum. Önce, ne güzel, kitaplarla haşır neşir olmuş, kitabın kıymetini bilen, "kitaplı" bir ailenin evine gelmişim diye sevindim. Sohbet sırasında "sırrî" bir görüntü veren kitaplar hakkında bir şeyler öğrenirim diye zihnen kurgular peşindeydim.
Hocaefendi çocuklarını tanıttı, şanslı çocuklar dedim içimden, kitaplarla iç içe, bırakınız okumayı, insan sadece bunları karıştırsa bile birçok şey öğrenir. Yazarını, dönemini, konusunu, hatta içeriğini... Hepsinden de önemlisi bu kitapların dili olan Osmanlıca yı öğrenebilir diyordum. Ayrıca "hocababa", çocuklarına ne güzel bir miras bırakıyor gibi düşünceler zihnimde uçuşurken...
Bu zat dış görünüşü itibariyle "tam bir hocaefendi"ydi! Kim görse büyük bir saygı duyardı. Duruşu, edası, konuşması, bütün bunların üstüne âyet, hadis bilmesi (bunları sohbet sırasında hocalığını konuşturmaya başlamasıyla anlıyorum), Arapça ya oldukça hâkim olması (Arapça dersleri verdiğini öğreniyorum), oturuşu kalkışı, beden dilini iyi kullanmasıyla beni fena halde etkilemişti. Başkalarını da etkilememesi mümkün değildi...
Hocaefendi resmî görevinin karın (!) doyurmadığını ve vakti dolunca hemen emekli olduğunu söyledi. Emekli olmuş fakat "hocaefendi" olmayı bırakmamış, görevi sırasında amatörce yaptığı "kitap toplama işi"ni (!) mütekait olunca profesyonelleştirmiş... Çıkmış Anadolu nun tozlu yollarına... Şu köy benim, bu köy senin, bu kasaba benim, şu kasaba senin yıllarca dolaşmış...
Anadolu nun en ücra yerlerinde "eski (!) kitap" aramış, evlerinde eski kitap bulunduran ailelerin evlerine misafir olmuş, onlara dinden diyanetten bahsetmiş, âyet hadis okumuş... Böyle derin (!) bir hoca ile karşılaşan hane sahipleri ona büyük iltifatlarda bulunmuşlar, yememiş yedirmişler, içmemiş içirmişler, oturtacak yer bulamamışlar... Bütün bunları kendisi anlattı.
Hocaefendi bu ailelerin evlerinde bulunan eski yazılı (Osmanlıca, Arapça, hatta Farsça) eserlerin bir kısmını hediye, bir kısmını yok pahasına satın almış... Hâne sahipleri bu eserleri muhafaza etmekte sıkıntı çektiklerini, vebal altında olduklarını söylüyorlarmış... Okuyamıyoruz, okuyamadığımız için de anlamıyoruz. Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Bu sebeple yıllarca evlerinin bir köşesinde muhafaza etmişler... Ayrıca eski yazı eserlerin devlet takibatına uğradığı yıllara ait ruh burkuntusu da nesilden nesile miras...
Bu eserler, Kur an yazısı olduğu için halk tarafından büyük hürmet görmüş, yine Kur an yazısı olduğu için bunların paraya pula tahvilini akıllarına dahi getirmemişler. Çünkü böyle bir şey yapmak her şeyden önce ayıptır ve de günahtır. Tabii bunlar köylüler için geçerlidir, onlar hürmette kusur etmedikleri bu eserleri kime verdiklerini bilmiyorlardı, onlar kıymet bilen bir hocaefendiye verdiklerini düşünüyorlardı.
***
Hocaefendi Anadolu nun en ücra yerlerinden topladığı bu eserleri İstanbul a getiriyor ve buradan da uluslararası kitap tâcirlerine pazarlıyordu. İngiliz, Fransız, Alman, Arap kim olursa olsun önemli değildi, önemli olan "müşteri" idi. Kim daha iyi para verirse ona satıyordu "masum Anadolu insanı"nın elinden aldığı hazineleri, ülkenin mânevî dinamiklerini...
Bulunduğum mekân bana dar gelmeye başlamıştı. Hocefendinin yaptığı bu işten utandım, nefret ettim. Bir taraftan bize Osmanlı düşmanı, tarih düşmanı bazı kimselerin okka okka kitap, belge sattığı söylenirken; tarihi de, Osmanlı yı da, dini de, diyaneti de bilen birinin bunları yapması, üç kuruşa tamah etmesi insan aklının alacağı bir iş değildi.
Ayrıca İstanbul da, Edirne de, Bursa da, Bilecik te, Kütahya da hâsılı Anadolu nun tarih barındıran birçok mekânında tarihî eserler birtakım yobazlar tarafından çeşitli bahanelerle tahrip edilmişti, yok edilmişti hem de iz bırakılmamacasına... Allah, kim zerre kadar hayır işlerse karşılığını, kim de zerre kadar şer işlerse karşılığını göreceğini buyurur. Atalarımız da "Eden bulur" demiş.
Sanat üzerine konuştuğum arkadaşımın, "Bu insanların sanata karşı tavrını anlamakta güçlük çekiyorum" sözünü hafifleterek naklediyorum.