Bu hafta Türkiye de herkesin gündem maddesi hemen hemen
aynıydı. Yaklaşık beş buçuk sene süren ve nihayet geçen hafta biten Seçimle
işbaşına getirilmiş hükümeti devirmek ve kurulu düzene darbe yapmak için
kurulan devlet içinde devlet şeklinde organize olmuş illegal terör örgütünün
yargılandığı Ergenekon davası. Bu dava ve büyük büyük paşalara verilen
cezalar, bu ülke için sürpriz hamlelerdi. Çünkü bu ülkede herkes
yargılanabilirdi ama üniforması ve silahı olan asker asla yargılanamazdı. Zira
Türkiye, ordu millet sosyo-psikolojisi ile yaşayan halk tabakalarından
oluşmaktaydı. Türkiye de halk askerî zihniyetle yetiştirildiği için Her Türk
asker doğardı ve askere gitmeyen adam olmaz hatta kız verilmezdi. Adamlığı
karakter yapısında, ferdin ailesinden aldığı ahlakî formda, kişilikte değil de
askerî üniformanın içinde arayan klasik bastırılmış, sindirilmiş ve darbelerle
hizaya getirilmiş bu millet için ordu, ülkemizin kurucusu, gerçek sahibi ve tek
koruyucusu idi. Ama bu gelenek de tıpkı askerin sivil iradeyi silahlı darbe ile
değiştirmesi gibi cumhuriyetin bir ürünü değil Osmanlı dan bize kalan bir
mirastı. Osmanlı tarihine detaylı değil üstün körü yukarıdan baksak bile orduyu
arkasına almış şehzadelerin, meşru padişahları tahtından yeniçeri darbesi ile
indirdiği ve yerine kendisinin geçtiğini görebiliriz. Evet, maalesef darbeler
bizim için sıradan ve genellikle yapanın başarılı olduğu ve iktidarı ele
geçirdiği bir realitedir. Bu ülkede çok
yakın bir geçmişte bir şehrin Cumhuriyet Savcısı kanunsuz işlere karıştığını
tespit ettiği bir astsubay başçavuş hakkında soruşturma açmaya kalkmış, dönemin
genelkurmay başkanı tarafından o başçavuşu tanırım, iyi çocuktur şeklinde bir
söylemle savcı hizaya getirilmişti. Evet, Türk tipi demokrasilerde askerin en
küçük rütbelisi bile soruşturmalardan, sivil mahkemelerden özerk bir hayat
sürüyordu. Ama gelinen bugünkü süreçte galiba bu köklü gelenek, silinmeye ve
hatta geçmişte olduğu gibi halk tarafından sempati ile değil büyük bir tepki
ile karşılanmaya başlamıştır. Artık, toplumun genetik yapısına hiç uymayan bir
şekilde bu ülkede bir dönem genelkurmay başkanlığı yapan yani Türkiye
Cumhuriyeti ordusunun başkomutan vekilliğini yapan bir orgeneral, terör örgütü
kurmaktan ve yönetmekten iki kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına
çarptırıldı. Bu durum ülke olarak bizim yaşadığımız tarihi süreç anlamında
yepyeni bir sayfanın başında olduğumuzu göstermektedir.
Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca her on senede bir
askerî darbelerle hizaya getirilmeye alıştırılmış bir ülkedir. Üstelik darbe
geleneği cumhuriyet tarihinin bir ürünü değildir. Geçmişi çok eskilere, taa
koca fatih Ebü l Feth Fatih Sultan Mehmed Han dönemine kadar uzanmaktadır.
Nitekim yeniçeri askerleri, Fatih Sultan Mehmed Han ın gençliğinden ve
toyluğundan yararlanarak tarihe Buçuktepe İsyanı olarak geçen bir darbe
denemesinde bulunmuştur.1 Fakat
ilerleyen senelerde bu darbe denemesinde parmağı olan dönemin genelkurmay
başkanı yeniçeri ağası konumundaki Kuşçu Doğan dâhil pek çok yüksek rütbeli
bürokrat genç sultanın hışmından kurtulamamıştır.
Cumhuriyet döneminde demokrasinin işleyişi sık sık askerî
darbelerle kesildi. Aslında bu eski geleneğimizden dolayı Osmanlı döneminde de
asker birçok defa isyan ederek yönetime müdahale etmiştir, Osmanlı
padişahlarının üçte biri askerin müdahalesi ile değiştirilmiştir.2 Bu oran öylesine rastgele söylenmiş bir oran
değildir. 36 Osmanlı padişahının 12 si askerî darbelerle yani yeniçeri
isyanları ile devrildi bir kısmı da canından oldu. İşine gelmeyen bir durumla
karşılaşınca istemezük deyip kazan kaldırmayı bir ordu geleneği haline
getiren asker, sultan İkinci Mahmud dönemine kadar onlarca kanlı ya da kansız
askeri darbeye imza atmıştır. Yeniçeri ordusunun bu disiplinsiz ve eşkıya tavrı
kendi sonunu hazırlamış 1826 yılında kanlı bir karşı darbe ile tarih
sahnesinden koca bir ordu kalabalığı halinde silinmesine sebep olmuştur.3
Evet, darbeyi daima sivil bürokrasi üzerinde korku unsuru
olarak bir kılıç gibi sallayan yeniçeri ordusu yıkılmıştır yıkılmasına ama,
milletin genlerine kadar işleyen askerî darbe geleneği varlığını çeşitli
bünyeler içerisinde sürdürmeyi başarmıştır. Nitekim takvimler 31 Mart (13
Nisan) 1909 u gösterdiğinde askeri bünyenin derinlerde bir yerde sakladığı
darbe mikrobu tekrar gün yüzüne çıkmış ve başta bulunan padişah Sultan 2.
Abdülhâmid Han a ve yönetime karşı bir kez daha elinde tuttuğu balyozu
sallamıştır. Bu son mudur Hayır. Ne yazık ki yakın zamanların darbe tarihinde
bu vahim hadise askeri darbelere başlangıç taşı olacaktır. Zira kanlı bir darbe
ile padişah Abdülhâmid Han ı ve hükümeti deviren Siyonist alt yapılı ve
sponsorlu İttihat ve Terakki Cemiyeti çok kısa bir süre sonra kendi oluşturduğu
hükümete de kanlı bir şekilde müdahale edecek ve bakanları öldürecektir. Ocak
1913 ün sonlarıdır. Dört senedir koca imparatorluğu, içinde İttihat ve Terakki
Cemiyeti nin de adamları olan bir hükümet yönetmektedir. Bütün muhalefet
susturulmuş İttihat ve terakki nin aleyhinde laf söylemek ölümle cezalandırılır
olmuştur. 31 Mart askeri darbesinin mimarları Mahmut Şevket Paşa, Enver Bey ve
adamlarını, yazdığı yazılarla eleştiren Serbesti Gazetesi başyazarı Hasan
Fehmi, bunu 1909 da Galata Köprüsü nün üzerinde canını vererek öğrenmiştir.4
Evet tarih Ocak 1913 tür ve darbe mikrobu bir kez daha su
yüzüne çıkmıştır. Amaçsız, gayesiz, ülküsüz, millî davasız ve kök itibari ile
Avrupalı ülkelere bağlı olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin bir grup serserisi,
Binbaşı Enver Bey başkanlığında Başbakanlık (bugün İstanbul Valiliği olarak
kullanılan Cağaloğlu yokuşundaki dönemin Sadrazamlık binası) binasını basmış ve
toplantı halinde olan Osmanlı bakanlarının bir kısmını yaralamış, Harbiye
Nazırı (Savaş Bakanı) Nazım Paşa yı göğsünden vurarak öldürmüş yine bir darbe
neticesinde işbaşına gelmiş resmi ve meşru hükümet üyelerinden zorla istifa
dilekçeleri alınmıştır.5 Böylelikle asker bir kere daha sivil iradeye ipotek
koyarak had bildirmiştir.
Türkiye de yapılan bütün darbeler devletin asli şeklini
değil başta bulunan hükümeti devirmek içindir. Fakat, 1 Kasım 1922 günü asker
kökenli bürokratlar tarafından darbenin en büyüğü yapılmış ve 622 senelik bir
geçmişe sahip Osmanlı saltanatı kaldırılmıştır ve devletin yönetim şekli başta
olmak üzere her şey ve herkes değiştirilmiştir. Bu darbeye karşı söz
söyleyebilecek olanların tamamı da 150 likler şeklinde yurt dışına
sürülmüştür. Yani geçmişten geldiği şekli ile darbe yapan darbeciler bir kez
daha haklı ve güçlü olan taraf oldu. Bu tarihten sonra ülke, en küçük
itirazların bile sert biçimde susturulduğu muhalefetsiz, demokrasisiz, seçimsiz,
sandıksız bol yasaklı ve tek partili 27 senelik iktidara karşı darbesiz bir
dönem geçirdi. Ardından 1946 da yapılan açık oy gizli sayım rezaletinden 4 sene
sonra halk, seçimle değil atama ile işbaşında gelen mevcut CHP hükümetine karşı
bir darbe yaptı ve Yeter söz Milletindir parolası ile Temmuz 1950 de CHP yi
indirdi ve Demokrat Parti yi başa getirdi. Bu dönem Türkiye de statükonun
baskının ve atanmışların sesinin kısıldığı bir dönemdi. Kısa aralıklarla tüm
ülkede çeşitli isimler altında seçimler yapılıyor her defasında başında Adnan
Menderes in bulunduğu Demokrat Parti zaferle seçimlerden çıkıyordu. Bu durum,
hiçbir seçimde kazanamayan ve muhalefet kalmayı da içine sindiremeyen malum
güruha tek bir seçenek bırakıyordu
ASKERÎ DARBE...
Halkın korktuğu müdahale 27 Mayıs 1960 da başına geldi.
27 Mayıs ın gece yarısı halkın oy vererek iktidarda 10 senedir ısrarla tuttuğu
Demokrat Parti, askerin müdahalesi ile iktidardan uzaklaştırılacak, evlerinden
apar topar toplanan bütün parti yönetimi gemilere bindirilip Yassıada ya
götürülüp orada hapse atılacak ve tabii ki iktidar CHP ye bırakılacaktır. Türk
demokrasi tarihi açısından kara bir leke olarak hafızalarda yer eden bu çirkin
darbe, bu ülkede bir başbakanı iki bakanı idam edecek, cumhurbaşkanını ise yaşının
fazla olmasından dolayı müebbet hapisle cezalandıracaktır. Artık caddelerde
köylerde şehir meydanlarında cadı avına çıkar gibi Demokrat Partili avına
çıkıldığı günler birbirine bağlanarak seneleri oluşturacaktır.6
Her on senede bir askeri darbe balyozunu başına yemiş
olan Türk milleti, 27 Mayıs 1960 dan 11 sene sonra da bir askeri müdahaleye
maruz kalacak ve 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası ile demokrasi tekrar
tırpanlanacaktır. Pek çok üniversite öğrencisinin hapse atıldığı, zindanlarda
çürümeye terk edildiği bir kısmının da herkesin gözü önünde ibretlik olsun
diye asıldığı bu dönem, gençliği siyasetten, ülke yönetiminden, ciddi
meselelere kafa yormaktan uzaklaştırmış ve ortaya davası olmayan hedefi
olmayan, ot gibi yaşayan, hippi tarzı hayatı kendine benimseyen bir SEV-GENÇ
modeli gençlik üretti. Bu durum ülkenin yarınları için tam bir garabet ve
vahametti. Dedik ya ülke olarak her on sene de bir darbe gerçeği ile yüzleştik.
Evet, 1971 askeri muhtırasının üzerinden dokuz sene geçti ve bir darbe daha
oldu. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ya da diğer adı ile 12 Eylül 1980 insanlık
ayıbı Onbinlerce gencin soğuk zindan hücrelerinde ölüme terk edilmesi, ölümüne
yapılan işkenceler, mahkumların insan dışkısı yemeye zorlanmaları, lağım
çukurlarında boğaza kadar çıkmış lağım pisliğinin içinde yenen yemekler, ağza
alınmayacak kadar ahlaksızlığa varılan cinsel tacizler, soğuk suyun altında
kaybedilen sağlıklar, verilen elektrikten dolayı oluşan kangrenler gibi, bu
vahşet dolu günleri yaşayanların hatıralarında yerini bulacak olan pek çok
insanlık dışı hadise, bu ülkede yapılan bir askeri darbenin neticesinde ülkenin
yarınına yani gençlerine uygulanan şerefsizlik örneklerinin çok azıdır. 12 Eylül 1980 de siyasete son verildi, bütün
partiler kapatıldı, liderleri sürgüne gönderildi, yüzlerce genç asıldı, namaz
kılarken, secdedeyken kalk emrine uymayan bir fidanın başı emre itaatsizlik
gerekçesi ile dipçikle ezilerek namaz esnasında şehit edildi. Binlerce faili
meçhule sebebiyet verildi, kanunsuzluk hukuksuzluk meşrulaştırıldı ve bütün bu
utanç manzaralarının ardından dönemin en yetkili ağzı darbenin sahibi sonraları
cumhurbaşkanı olacak olan Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren basına
Yapılanlardan pişman değilim daha çok şey yapacağız demekten de utanmadı.
1996 senesi Türk tarihi için bir dönüm noktasıdır.
Türkiye bu tarihte bir refleks göstererek kendinden beklenmeyen bir şey yaptı.
Beyaz Türk denen jakoben ve kaymak tabakanın istemediği kişilere oy vererek
iktidara getirdi. Halkın iktidarı ele alması Siyonizm in ve ülke içindeki
uzantılarının beklemediği bu gelişmeydi. Zira halk, vitrinde bulunan ve sermaye
tarafından kendisine sunulan liderlere değil, halkın içinden çıkan alnı secde
gören rahmetli Necmeddin Erbakan Hoca ve ekibine iktidar yolunu açtı. Boğazdaki
villasında şampanyasını yudumlayarak nerede olduğunu bilmediği Zap Vadisi ne
ağıtlar yakan statükonun temsilcileri halkın kendilerinin istediği adaylara
değil de bu memleket sevdalılarına oy vermesi kaymak tabaka için hiç hoş bir
durum değildi. Kökleri dışarıya bağlı bu jakoben sermayenin tüyleri diken diken
oldu. Geceleri irtica geliyor diye kâbuslarla uyandılar. Demokrasiyi ayaklar
altına alıp müslümanlara karşı açık bir savaş durumuna geçtiler. Üstelik bu
duruma da eski başsavcı Vural Savaş ın tabiri ile MİLİTAN DEMOKRASİ adını
verdiler. Hükümetin bir açığını aradılar ama bulamadılar. Cumhuriyet tarihinde
ilk defa Erbakan Hoca nın ekibi tarafından denk bütçe gerçekleştirildi. Memura,
emekliye, askere, polise, işçiye cumhuriyet tarihinin en büyük zamları verildi.
Emperyalist Avrupa Hıristiyan Birliği ne karşılık Asyalı devlerden oluşan D8
projesi hazırlandı. Devlette havuz sistemi oluşturularak israfın önüne geçildi.
Hükümet tarafından beklenen yanlış hareketler bir türlü yapılmayınca bu kan emen
kapitalist sermayenin statükocu köşe başları, ülkenin bu güzel gidişatına ancak
11 ay dayanabildi. Peki ya Sonra Sonrası malum seçimlerle halkın isteği ile
iktidardan uzaklaştıramayacaklarını anladıkları hükümete geçmişte olduğu gibi
bir askeri darbe daha yapıldı. 28 Şubat askeri darbesi Bu darbeden sonra
iktidara hangi zihniyetin geçtiği herkesçe malum sanırım. Cumhuriyet tarihi
boyunca seçimlerle işbaşına asla geçememiş olan o zavallılar zihniyet.
Gelenek bozulmadı ve bu darbeci ruh hastaları 28 Şubat dramından
11 sene sonra 27 Nisan da 2007 de bir kez daha seçilmiş hükümete muhtıra verdi
yani uyardı. Ama artık Türk demokrasisi eskisi gibi kırılgan değildi ve askeri
otoriteye karşı sivil bir direniş başladı. Askeri afallatan bu sivil direniş
gün geçtikçe ivmesini ve hacmini hızla arttırdı. Artık bugün teğmenlerin bile
kaymakam tokatladığı, Albayların başbakan tehdit ettiği, başçavuşların
üniversite sınıflarını bastığı o eski Türkiye yok. Bugün karşımızdaki Türkiye,
geçmişte kuvvet komutanlığı yapmış yüzbinlerce kişiye emirler yağdırmış
orgenerallerin darbe yapmaya teşebbüsten rütbeleri sökülerek erliğe indirildiği
defalarca müebbet hapis cezaları verildiği bir ülkedir.
Vesselâm
KAYNAKLAR:
1) Feridun Emecen, Fetih ve Kıyamet 1453, s.98, Timaş
Yayınları, İstanbul 2012,
2) Erhan Afyoncu, Askeri İsyanlar ve Darbeler, s.2,
Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2010
3) Nıcolae Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, 5. Cilt,
s.265, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2009
4) İsmail Hami Danişmend, 31 Mart Vak ası, İstanbul
Kitabevi, İstanbul 1986
5) Mustafa Müftüoğlu, Bir Fedainin Romanı, s.42, Seha
Yayın, İstanbul 1989
6) Mükerrem Sarol, Bilinmeyen Menderes, Kapadokya
Kitabevi, İstanbul 1983