Hazine hakkında tutulan Rapor Belgesi “2”
AYNI günlerde İstanbul ve Ankara’daki bazı çevreler bir başka dedikoduyla; ayna dedikodusuyla çalkalanmaktadır. Hadisenin kahramanı, devrin iktidarı Demokrat Parti’nin önde gelen bir mensubudur. Söylendiğine göre bu politikacı Dolmabahçe Sarayı’nı gezerken çerçevesi varaklı büyük boy bir kristal aynayı beğenmiş ve Ankara’ya, evine yollanmasını buyurmuş, emir yerine getirilmiş ama İstanbul’da yapılan ambalaj Ankara’da açıldığı zaman çerçevenin ve aynanın yolda bin parçaya bölünmüş olduğu görülmüştür.
Merkez Bankası’nın arşivindeki kasalara anahtar aranır ve nihayet bulunur. Ancak kasa senelerdir açılmadığı için zorlanarak açılabilir. Bunun içinden bir başka anahtar çıkar. Üst kattaki bir başka kasanın anahtarı. Önce mahzendeki asıl kasa açılır, gazeteler içinden çıkanlar konusunda ertesi günkü nüshalarında yine geniş yer verirler; “Kısmen mahfazalar ve kısmen sarılı paketlerde bulunan eşyalar çıkartılmıştır. İlk açılan sargı içinde Sultan Mecid’e ait ortasında dörtgen şekilde pırlanta büyük bir taş bulunan bir sorguç çıkmıştır. Sultan Aziz’in vefat edinceye kadar parmağında taşıdığı ve vefat ettikten sonra da bir cariyesi tarafından çalındığı tespit edilerek bilehare bulunan büyük yakut taşlı bir yüzük çıkmıştır. Bu yüzüğün rengi harikulâdedir ve kıymeti çok yüksektir, 120 bin liradır. Yine bir sargı içinde küçük torbalara sarılı ve üzerindeki etiketten gökyakut ve kıymetli taşlar olduğu anlaşılan küçük çıkınlar zuhur etmiştir. Kasalardan ayrıca kaşıkçı elmasıyla beyzî bir şekilde küçük bir zümrüt çıkmıştır. Çıkan eşyalar liste ile karşılaştırılmıştır. Yukarıdaki kasa da açıldığı zaman içinde muhtelif sandık ve çekmeceler olduğu görülmüştür. Bu çekmece kapağı yeşim üzerine som altın ve kapak üzeri tahminen 8-10 karatlık iki büyük pırlanta taş, markası murassa ve marka üzerinde ayrıca murassa bir taç bulunuyordu. Topkapı Hazine-i Humayûnunda bulunan kıymetli eşyanın 250 milyon altın (Tam Altın) değerinde olduğu düşünülerek bunlar satışa çıkarılmak üzere Ankara’ya getirilmişti.”
Buraya kadar Ankara’daki bir kasa dairesinde günlerce süren bir cevahir incelemesi, o zamanın gazete haberlerine dayanarak verildi. Fakat hazinenin Sultan tarafından soyulup soyulmadığına dair nihai karar, Büyük Millet Meclisi Hesapları İnceleme Komisyonu Başkanı İstanbul Milletvekili Salih Keçeci’nin 27 Mart günkü açılış sırasında yaptığı konuşma esnasında verilmiştir. Keçeci’nin açıklaması 28 Mayıs tarihli Vatan Gazetesi’nde şu şekilde yer almıştır.
“Bugün çıkartılan birkaç parça eşya eldeki zabıtlarla karşılaştırıldı ve tamam olduğu görüldü. “Şebçerağ” namını taşıyan 3 kilo 277 gram ağırlığında bulunan büyük zümrütle bir buçuk kiloluk ve ayrıca 500 gramlık zümrüt henüz çıkmamış olmakla beraber bu kasada bulunması lâzımdır. Yukarıdaki kasada çıkan musanna ve murassa kasa-çekmece, bir mücevher çekmecesidir. Bu çekmecenin vaktiyle Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’ndaki müzesinde bulunduğu söylenmiştir. Bu çekmece son padişah Vahideddin’in firarından evvel Hazine Kâhyası Refik Bey marifetiyle Hazine-i Hümayun’a iade edilen çekmecedir. Aranılan eşyaların bu sandıkta çıkacağını kuvvetle tahmin ediyorum. Maliye’den gelen büyük kasanın uzun zaman açılmadığı, bugünkü açılış vaziyetindeki güçlükten belli olmaktadır. Bu vaziyette bu kasaya ne konmuşsa onun aynen çıkması lâzımdır” denmiştir.1 İşte durum tam olarak böyledir. Yani Sultan giderken hazineye dokunmadan hatta bir iğneye bile dokunmadan gitti sözü ilerleyen zamanlarda devletin en yetkili kişileri tarafından konu ile ilgili açılan meclis soruşturmaları neticesinde meclis tarafından da onaylanmıştır.
Sultan’ın bu konudaki aklanma raporu şu an meclis arşivlerinde kayıt altındadır.2
Sultan’ın vatandan ayrıldıktan sonra hazineye ait olan bir iğnenin dahi onun tarafından götürülmediği konusunda tutulan tutanak Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde 35 numarada kayıtlı “Daire-i Hazine-i Hümayûn’un ilmuhaber ve Kuyudat-ı Saire defteri’nde saklıdır.3
Sultan Vahideddin Han’a etrafındaki kişiler tarafından giderken yanına hazineden bir takım eşyaları da alması noktasında ciddî uyarılar yapıldı ama o hiç birini dikkate almadı. Nitekim bulunduğu konum itibariyle saraya ve diğer dairelere rahat rahat girip çıkma yetkisi olan ve bundan dolayı da pek çok hadiseye anında vâkıf olan Sadrazam yaveri Tarık Mümtaz Göztepe, eserinde şunları söylemektedir;
“Sultan Vahideddin’in vatandan ayrılmasından bir süre önce Topkapı muhafızlığına kademe kumandanı ve sabık kayınbirader Zeki Bey getirilmişti. Ömrü politika mücadelelerinde ve komitecilikte geçen bu netameli ve atılgan adam kendisi gibi düşünen bazı kafadarları, padişah giderken hilâfete ait mukaddes emanetleri (Devlete ait hazineyi de) birlikte götürmesi hususunda şiddetle ısrar ediyorlardı. Hatta İstanbul’da en yüksek rütbeli bir ecnebi subay, Albay Maksivel bu emanetleri en emin bir vasıta ile hiçbir sızıntıya meydan vermeden memleket haricine çıkarabileceğini ve Sultan Vahideddin’in arzu ettiği bir limanda emrine hazır bulundurabileceğini söylemiş ise de bu nazik işe Sultan Vahideddin asla yanaşmamış;
…Topkapı Sarayı’ndaki Mukaddes Emanetler ecdadımın Türk Milletine armağınıdır, diyerek bu teklifi reddetmişti.4
Sultan, kendisine yapılan bu tekliften dolayı; Maksivel’e dönerek; “…Alâkanıza teşekkür ederim. Ancak İstanbul’un çeşitli mahallelerinde bulunan bu eşyalar bana değil, devletime aittir. Devletin malını ben nasıl alabilirim Üzerimdeki para bana yeterlidir. Bu mevzuda hiçbir temasta bulunmadığımı, teklifin benden gelmediğini ve hiçbir eşyanın alınmasına asla rıza göstermeyeceğimi gerekli yerlere bildirirsiniz.” dedi ve bu yabancı subayı gönderdi. Daha sonra bu subayı huzuruna getiren Zeki Bey’e dönerek;
“…Size bu yetkiyi kim verdi Hanedan-ı Osmaniye’ye leke sürdürmek mi istiyorsunuz Şu andan itibaren bu gibi işlerle hiçbir şekilde uğraşmayacaksın. Haydi çık” diyerek kendisini huzurundan kovar. Ve bu sırada masanın üzerinde duran mücevherlerle kakmalı sigara kutusunu da başmabeyncisine vererek;
“…Bunu da alınız, Zeki Bey değer biçtirmiş, üç milyon İngiliz lirası ediyormuş. Hemen bugün, hemen şimdi Topkapı Hazine Dairesine gidecek, bunu da demirbaşa kaydettirecek ve makbuzunu bana getireceksin.” diye sözlerini bitirdi.
Yine aynı konuda Ref’i Cevad Bey şunları söylemektedir; “Sultan Vahideddin, İstanbul’dan çıkmadan evvel, Hazine-i Hümayûn’dan, makbuz mukabilinde (Kıyanetname) adlı kitabı getirtmiş ve minyatürleri iki milyon lira değeri olan bu eseri, makbuzunu getirterek yine hazineye iade etmişti. O zaman yakınları;
…Padişahım, Hazine-i Hümayun’unuzdaki bütün eşya ecdadınıza ve hanedanınıza, hükümdarlar tarafından hediye edilen eşyadır. Bunlar sizin malınızdır. Bundan dolayı iade buyurmak istediğiniz kitabın iki belki de üç milyon liraya alıcı hazırdır. Hiç olmazsa bunu bir tedbir olarak yanınızda götürmeniz doğru değil midir demişler, fakat bu söylenilenlere karşılık olarak Sultan ise şu cevabı vermiştir;
...Haklısınız, bunlar hesabını kimseye vermemekle mükellef olduğumuz, şahsi malımızdır. Fakat ecdadım bu milletin padişahları olmasa idiler, onlara bu hediyeleri kim verirdi Yani bu kıymet biçilmez eşya ve evânide, benim kadar milletin de hakkı vardır. Ben bu ihaneti milletime yapamam.” cevabını vermiştir.
Memleketinden kendisine ait olmayan beş kuruş parayı dahi yanına almadan çıkan ve İngiliz sömürgesi durumunda bulunan pek çok Arap devletinden aldığı olumsuz cevaptan sonra mecburen İtalya Sanremo’ya yerleşen Sultan, ilerleyen zamanlarda çok büyük maddî sıkıntılar içerisine giriyor, fakat kimseden beş kuruş istemiyor, İslamların Halifesi olduğu psikolojisi ile de yardım taleplerini reddediyor. Öyleki, bir gün Vahideddin’in yaşadığı köşke İtalya Kralı Emanuel, Albay düzeyinde bir elçi gönderir. Bu elçi tüm şahitlerin huzurunda Vahideddin tarafından kabul edilir. Elçi, Vahideddin’e; kralın selamını getirdiğini ve ülkenin her tarafında kralın onlarca şatosunun olduğunu, bunlar arasında dilediğini seçip orada ölene kadar oturabileceğini, ikâmet için bu saray ve şatoları tercih ederse, arabalara varıncaya kadar, her şeyi mevcut olarak bütün personeli ile emirlerine âmâde olduğunu da hatırlatarak her türlü ihtiyacının kral tarafından karşılanacağını söylemiştir. Bu teklifle beraber Vahideddin Han, o ana kadar yaşadığı çok ciddî maddî sıkıntıları bir tarafa bırakıp yanında bulunanlarla beraber ölene kadar mutlu bir hayat yaşayacağını bilmektedir. O an yanında bulunanlar da bunu bilmektedir.
Kral tarafından yapılan bu teklif çok cazip bir tekliftir. Herkes Vahideddin’e bakar, acaba bu teklif karşısında cevabı ne olacaktır Bu konuda, o günleri bizzat Vahideddin’in yanında Sanremo’da bulunarak yaşayan ve hadiselere bire bir şahit olan Ref’i Cevat Ulunay Bey’e sözü verelim; “O an orada hazır bulunan ve çok güzel İtalyanca bilen (Miralay) Albay Tahir Bey elçinin bu söylediklerini mutluluktan ağzı kulaklarında bir şekilde kelime kelime tercüme etti. Vahideddin, uzun uzun düşündü, yutkundu ve Tahir Bey’e kralın elçisine tercüme etmesi için şunları söyledi; “…Tahir Bey, söyleyeceğim sözleri, bir harfini bile değiştirmeden olduğu gibi tercüme edeceksin!...
…Emredersiniz Efendim.
…Biraderim kral hazretleri’ne gösterdiği bu misafir severlikten dolayı samimiyetle teşekkür ederim. Fakat bu davetlerini kabulüme büyük bir engel vardır.
Tahir Bey afalladı ve sordu;
…Ne gibi bir engel efendim
...Söyleyeceğim, memleketimdeki vukuat ve hadisat, her ne kadar beni muvakkaten ve ebediyen, taç ve tahtımdan ayırdıysa da, üzerimde (Halifelik) sıfatı mevcuttur. Ben dünya üzerindeki bütün Müslümanların ruhanî reisiyim. Peygamber Efendimizi temsil makamında bulunuyorum. Bu sıfat kendi dinimden olmayan bir zatın teklifini kabulden beni men eder. Bundan dolayı, kral hazretleri’nin bu davetlerini kabul edemeyeceğim, beni mazur görmelerini rica ederim.
Tahir Bey büsbütün afalladı, zira gerek Sultan Vahideddin, ve gerek maiyetini yaşadıkları sefil halden ancak böyle bir teklif kurtarabilirdi. Tahir Bey tercümanlığı bir tarafa bıraktı. Ve Vahideddin’i ikna etmeye çalıştı.
…Efendimiz, bugün iyi kötü sayenizde yaşıyoruz. Fakat hazıra dağ dayanmaz, bunun yarını da var! Üstelik mutfakta da sadece soğanın kaldığını da ifade etmek durumundayım.
Sultan Vahideddin aynen şöyle söyleyerek meseleyi kesip attı; …Ne yapalım azizim Tahir Bey, biz de soğan ekmek yeriz.5
Kendisine miras olarak kalmış baba malını reddederek fakir bir şekilde yurt dışına çıkan Vahideddin hakkında İsmail Hakkı Danişment şunları söylemektedir; “Dünyanın bütün kanunları baba malını evlada verdiği halde, Sultan Vahideddin’in bunları yanına alıp dilediği yere götürmeye tenezzül etmemesi efsanevî bir namus ve istikamet eseridir.”6
Torunu Hümeyra Özbaş Hanımsultan, dedesinin giderken yanında hiçbir şey götürmemesinin sebebini “Osmanlı” oluşuna bağlamaktadır;
“Ne götürsün 20 bin sterlin şahsî parası varmış. Bir de ağızlığıyla tespihi. Bizlerden kim hazineden bir şeyler alıp gitti ki Son dakikada yanındaki mücevher kutusunu bile iade etmiş giderken. 20 bin sterlinle gitti. Haremiyle, selamlığıyla böyle birkaç sene yaşayacağını bilmeden damdazlak çıktı. Osmanlı çıktığı zaman işte böyle çıkar.” Sultan Vahideddin Han böyle boynu dik ve efeler gibi giderken bu tavırla dedeleri Yavuz’a, Fatih’e Bayezıt’a yakışır bir torun olduğunu göstermiştir. Belki bir daha geri dönemeyeceğini tahmin etse de kendisini ve tüm sülalesini ölene kadar ihya edecek kadar büyük bir serveti elinin tersiyle itmiş ve milletine yani o servetin gerçek sahibine bırakmıştır. Sanremo’da çekilen bu diz boyu sefalet haberleri Ankara’ya ulaşmakta geç kalmıyor. Şahitlerin ve o günleri yaşayanların verdiği bilgiye göre Ankara’daki Mustafa Kemal’in, Sanremo’daki Vahideddin’in içine düştüğü maddî sıkıntıdan son derece üzüntü çektiği anlaşılıyor. Yakınları daha sonra, Mustafa Kemal Paşa’nın eski padişaha yardım edememekten doğan azabını açık açık anlatacaklardır. Ama ne ile yapılacaktır bu yardım Yardım yapılsa, o zaman da “Madem ki yardım edecektin, yardım edilecek kadar iyiydi o halde niçin gönderdin denmeyecek miydi ” Bu düşünce tarzı, Mustafa Kemal Paşa’nın yardım göndermemesinde büyük etken olmuştur. Aç yatmıştır, israf olmasın diye İtalyan erlerinin içtiği adi tütünden yapılma asker sigarası içmiştir, masraf olmasın diye bazen birgün önceden “Ben yarın yemek yemeyeceğim” diye haber vererek sofraya oturmamıştır, kendisiyle beraber gelen ve memleketlerinin çok uzağında ikâmet etmek mecburiyetinde kalan maiyetine karşı vicdan azabı çekmiş, fakirliği onlara pek yansıtmamaya çalışmış ama kendisi bu sefaleti hücrelerine kadar, iliklerine kadar hissetmiştir.
Kendisi gibi yurdunu terk eden diğer Avrupa ülkelerinin kralları gibi hatıralarını yazarak para kazanması noktasında yapılan tekliflere ise hiç sıcak bakmamış, kendisine hatıra yazan krallar arasından Bulgar Kralı Ferdinand’ı örnek gösterdiklerinde ise; “…Ferdinand hangi hanedanı ve milleti temsil ediyor ki, bize onu emsal gösteresiniz. Ben Ferdinand değil, Osmanlı’yım” cevabını vermiştir.
—Son—
Kaynaklar:
1) Murat Bardakçı a.g.e., Sf; 257-269 (Bu bölüm adı geçen eserden alınmıştır.)
2) İlhan Bardakçı, Son Güne Bağlanan Yalan, Zaman Gazetesi, 16 Kasım 1994.
3) Kadir Mısıroğlu, Sarıklı Mücahitler, Sf;97, Sebil ya.,İkinci Bas., İstanbul, 1969.
4) Tarık Mümtaz Göztepe, Vahideddin Gurbet Cehenneminde, Sf; 13, Sebil Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, 1991.
5) Ref’i Cevat Ulunay, Bu Gözler Neler Gördü, Sf; 42-43, Sebil Yayınları, İstanbul, 2004.
6) İsmail Hakkı Danişmend, İzahlı Osmanlı Kronolojisi, C; 4, Sf; 44, İstanbul, 1972.
Resim altı yazıları
Sultan Vahideddin Han giderken Neleri Yanında Götürebilirdi