Bayramı bayram yapan şey biraz da hafızada kalandır. Meyan şerbeti gibi tadını sonradan hissederiz bayramların. Yarış bittikten sonra da koşan atlar gibi bayram bitse de bayram kutlamaları sürüp gider bu yüzden. Bayramlar üzerinden günler geçtikçe daha bir demlenir ve kutsiyeti artar. Çocukluk geçmişimizin bayramları bu yüzden unutulmazdır. Ne kadar geriye gidersek o kadar hatırası derin, etkisi güçlü bayramlarla karşılaşırız. Biri bizim geçmiş bayramımızı kutlamaya kalktığında belki de bu yüzden şaşırmayız. “Aldım, kabul ettim” deyip defter aralarında gül misali muhafaza ederiz onu.
Bu sene Ramazan Bayramı’nı biraz faklı bir tonda idrak ettik. Biz onu idrak ettik etmesine de acaba o bizim ne yapmak istediğimize müdrik oldu mu, orası meçhul. Zira korona sebebiyle tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Bir başka türlü davranma biçimimiz neredeyse alışılmışın dışında bir yaşama tarzına mecbur kılıyor bizi.
Bayramlar insan insana mesafelerin ortadan kalkması üzerine bina edilmiş günlerdir. Küslerin barışmasının altında yatan espri budur. Aradaki mesafeleri kapatmaktır barışmak. Fakat korona pandemisi musallat olduğu günden beri birbirimize küskün mesafesinde hareket ediyoruz. Herkes başkasının üzerinden elini ve dilini uzak tutuyor. Sadece başkasının mı? Kendi elini diline değdirmemeye azami gayret gösteriyor aynı zamanda. İnsana sahip olduğu organların tebelleş olması gibi garip bir durumla karşı karşıyayız. Tokalaşmak, el öpmek, kucaklaşmak, musâfaha ve samimiyetin fiziki ifadesi olabilecek her şey bu bayramda zihnimizden silindi. Örflerimiz bayramı bir insan kaynaşması olarak hayata yerleştirdiğinden, salgına körükle gidilmesin diye devlet sokağa çıkma yasağı ile insanı insandan korumaya çalıştı.
Yarının perdesinden baktığımızda acaba bugün yaşadığımız şey hafızamızdan nasıl sahneye yansıyacaktır? Çocuk neşesi, samimi ziyaretler, nefis ziyafetler, komşu ve akraba ilişkilerinin diriltilmesi gibi daha birçok güzellik aklımıza gelmeyecek elbette. Elden ele dolaşan telefonlar, havada uçuşan sesler, çözünürlükleri düşük gülümsemeler ve sevinçler, ekranlara sığmayan bakışlar ve tabi ki şebekelerin azizliği. Kâğıt üzerinde bir şeyi yaşamak, kitaptan hayatı okumak gibi bir şey yaşadığımız. İlk kez yaşamak zorunda kaldığımız şey: Online bayram!
Su bulamadığımızda teyemmüm yapmak gibi. Kendisine dokunabileceğimiz bir hayatın karantinaya çekilmesi sonucu o hayatın dimağımızda kalan köpüğü ile idare etmeye çalıştık. Misafirlerimize nazikçe gelmemelerini söyledik. Onun yerine boş odalarda misafirlikten ve geçmiş konukseverliğimizden bahsettik. Akraba seslerini, komşu yüzlerini, dost mesajlarını, arkadaş samimiyetini evlerimize misafir ettik. Hemen yanımızda dağ gibi bir gurbet büyüttük. Evimizin bir köşesinde küçük çaplı da olsa bir özlem anıtı, bir samimiyet müzesi oluşturmaya çalıştık.
Davulcunun tokmağı davula vuruşunda bile isteksizlik vardı. Kapımızın dibinde çalınan sahur davulunun nasıl yorucu olduğunu davulcu uzaklaştıkça daha bir anladım. Zira davulun sesi gerçekten uzaktan hoş gelirmiş. Balkona çıkıp uzaklaştıkça kulağıma daha bir hoş gelmeye başlayan davulcuya sessizce “hoş geldin” dedim.
Sahurun sesi davulun sesini çoktan bastırmıştı bile. Neyse ki bayram geldi, bütün ağırlıklarını bir kenara bırakarak, sessiz ve mahzun. Bayram tam biraz yaklaşacak gibi olduysa da sosyal mesafeyi korumak adına geri çekildik. Şimdi biz bu yaşadığımız bayramı yarınlarda nasıl hatırlayıp, torunlarımıza nasıl anlatacağız?
Herkes kendi kendine sorsun “yaşadığımdan geriye ne kaldı?” Evin kapısına kadar gelip de bir türlü korkudan içeriye girememek gibi bir durum bu yaşadığımız. Hayatın böylesi durumlarda yaşanmadan hızla akıp gitmesi bir başka hüzünlü durum. Bayram dışarıdaydı, biz içeride onu banttan izledik. Oysa hayat canlı bir yayındı. Biz ona ulaşamadık. Belki yeniden yayınlanır diye beklemek kaldı geriye. Bu arada, nice güzel bayramlar dileğiyle geçmiş Ramazan Bayramı’nızı yürekten kutlamış olalım.