Yıl, ay, gün tarihini ve TRT1’deki o açık oturum saatini bulup yazmak zor değildi ama, maksadımız olayı hatırlatmak ve yorumlarımızın doğruluğuna katılım sağlamak olduğundan yazımıza aritmetik defterine başlar gibi başlamadık. Nasıl olsa o rakamlar oralarda sabit.
12 Eylül ihtilalinden sonraki ilk seçimin üç partisinin genel başkanları resmi tv kanalında tartışmaya tutulmuştular.
Dört eğilim modelinin mucidi Özal’ın iki noktada tereddütleri, endişeleri var. Özel itina eforuyla tercih ettiklerine rağmen, birinci eğilim dediği CHP’lilerin, Meclis’te, tahmininden az sayıda olma ihtimali bir..
İkincisi ise, ihtilalcilerin ve medyanın desteklediği toplama partinin milletvekili adedinin, kendini yoracak sayıya ulaşabileceğinin seçmen arasında dillendirilmesine duyduğu rahatsızlık…
O gece Özal’ın kafasında, Necdet Calp’ın başında bulunduğu Halkcı Parti’yi, Turgut Sunalp’in emir erleri topluluğu görüntüsündeki MDP’sinin önüne geçirmek planı vardı.
Ve Özal, bir cümle ile o planını yürürlüğe koydu o oturumda. Artık dengelerin değişmesi birkaç dakikalık işti.
“Köprüyü satacağım!”
Fiili birinci tekil şahıs kipinde kullanması, partisini, daha doğru ifade ile söylersek yola çıktığı arkadaşlarını ve Meclis’i, icraatlarını onaylayıcılar olarak gördüğünün ilanıydı da aynı zamanda. Kimse umursamadı.
Masaya vurulan bir el ve partisinin oylarını birden yüzde otuzlara taşıyan Calp tavrı.
“Sattırmam efendim!”
Özal’ın istediği olmuştu. Diğer partinin ne kendisi vardı masada, ne de desteklemek veya itiraz yönünde bir fikri. Zira onlar K.Evren’e dayı diyerek köprü meselesini halledeceklerine öyle inandırılmışlardıki..
Nerden çıkmıştı bu satma işi?
Özal’ın daha önceki bürokrasi hayatında Türk parasını pula çevirmek gibi radikal değişikliklere imza atmasına ragmen, pazar kurup, pazarcı olacağına dair hiç bir emare yoktu. Dahası, ona yakın durmuş insanların hiç birinden, köprü satma üstüne hayallerinin varlığını ne duyduk, ne de belgesini gördük.
O açık oturum gecesinin bittiğinde başlayan gün, Türkiye için çok önemli bir tarih parçasıydı. Lakin yeterince değil, hiç önemsenmedi; Özal haddinden ve hakkından fazla ve lüzumsuz önemsendiğinden.
O kadar okumuş, yazmış ve etiketli Özal partililerin hiç birinden, köprü konusunu tartışmadık, dolayısıyla genel başkanımızın bizi bağlamayan bu kararını bir latife olarak algılamak pozisyonu alacağız gibi demokrasi ile alakalı bir ses duyulmadı.
Aman Calp’a mı kaldık. Mademki şehzade İnönü dede sokulmuyor seçime, biz de sandığa gitmeyelim düşüncesindekilerin, hangi kelimeye hassas olacağını çok iyi biliyordu Özal. Onlarki, Kars’ı, Ardahan’ı Ruslara sattı diyerek destek toplamışlardı Menderes’i astırdıkları ihtilale.
Özal’ın maksadı köprü satışına rıza aramak olsaydı, kuracağı cümle şöyle bir şeyler olabilirdi.
“Türkiye’de laikliği iyice kafalara çakmak ve irticayı bir daha dirilme gücü bulmamacasına mezarlıklara sokmak için köprüyü satacağız”
Lakin Özal’ın merakı sol kanat alkışı değildi. O hem kendi durumunu sağlama almak, hem sol eğilimi Meclis’te güçlü kılmak istiyordu. Dolayısıyla taktiği kendince doğru taktikti. Netice aldığını da herkes gördü sonra.
Özal’a oy vererek onu iktidar eden diğer üç eğilimin insanları, aralarında Milli Görüşcüler yoktu, ne düşünüyorlardı ki, kafalarında ülkelerinin geleceğine dair hiçbir soru oluşmadı?
Bu sorunun cevabı zor değildi. Satış demenin, satmak demenin taze para ve rant karşılığına geldiğini bilecek kadar akıllı oldukları zaten kayıtlarda idi. İşgal edilmiş ve üstüne mahalleler kurulmuş vakıf ve hazine topraklarına taliptiler. Devlet bize satsın diyorlardı! Yoksa Özal köprü derken, önce buraları mı şifrelemişti. Çözümü üç otuz paraya oldu, bugün kırk katların yükseldiği o gecekondu ilçelerinde.
Mahmut Toptaş hocam diyorki zevkle okuduğumuz ve eğitildiğimiz o Milli Gazete yazılarında: Geçmişte kalmayalım.
Doğru söyler Mahmut Toptaş Hoca’mız ve biz de inanırız. Sözünün üstüne söz söylemek de değildir muradımız. Lakin bugün onca direnişe rağmen ellerin olmasını engelleyemediğimiz Şeker Fabrikalarının satışına nerden başlanıldığını hatırlatmamız, kalemimizin yazma şartlarındandır; biliriz!
Sakalı yüzüne çok yakışan ve güncel lisanla karizmatik diyeceğimiz bir ademoğlu başını yastığa koyduğunda bir fare geçer yüzünden ari..
Ertesi gün onu sakalsız görüpte itiraz edenlere tek cevabı vardır kahramanımızın.
“Kesmese idim, yol olacaktı onlara!”
Fıkradır işte deyip geçmeyin bu anlatıma. Bir gücü olmasaydı bize kadar ulaşabilir miydi?
İşte çok önemli dediğimiz o ertesi günün tarihinde yetkili veya yetkisiz, akıllı veya fikirli, genç veya yaşlı, kadın veya erkek hiç kimsenin itiraz etmemesi “satarım” kelimesine, yol etmiştir farelere, sıçanlara her şeyimizi, fabrikalarımızı, ağız tadlarımızı..
İtiraz, itiraz dememi siz, fısıltı halinde söylenen birkaç cansız kelime saymayın. Baş koymaktan söz ediyoruz.
İstanbul’un siluetini bazan o üç kule söz konusu edildiğinde ne denmişti en üst noktadan? “Arkadaşımızdır, söyledik ama..”
Söylenen tarafına soralım sorumuzu ki, cevabı daha kolay olsun. “Bize arkadaşını söyle, senin kim olduğunu bilelim.”
Aslında duymak istediğimiz cümle tekti, o siluet konuşulduğunda. “O üç kule o kadar yükselirken, neden hiç kimse itiraz etmedi, engellemeye kalkmadı? Devletin, emniyet sibobu görevi verdiği görevlileri, meclis üyeleri nerde bu şehrin? Önümüzde, Beyoğlu’nda tıraşlanan bir zengin oteli örneği de varken hem…”
Hasret kaldık yetkililerin böyle dillerine… Satışların acısı içimizde katlanıp dururken..
Bir canlı örnekle konumuzu burada bağlamaya çalışırken, Mahmut Toptaş Hoca’ma soracağım da aklımda. Zaferleriyle tekerrürünü istediğimiz tarihin, satışlarla tekerrürünün acı verdiği doğru değil mi?
Ankara’ya komşu bir ildeki lastik teker fabrikasını Özal’ın partililerinden alan bu ülkenin çoğunluk insanlarından biri, ertesi günlerde gider teslim eder anahtarı.
“Bana sattığınız paradan daha fazlası kasada var. Alın anahtarları, verin benim paramı…”
Şimdi şeker fabrikaları zarar ediyor diyenler, o satışları yapanların çıraklarıydı.
Hatırlamanızda hiç mahzur yok.
ERKEN Mİ, HEMEN Mİ, BASKIN MI?
Belirlenen tarihinden öne çekilmesinden dolayı “Erken seçim” tanımına dört elle sarılan iktidarın katibi köşe yazarı esnaflarımız, bu baskın kararın gerekçelerini maddelemeye uğraşırlarken, attıkları sevinç çığlıkları, muhalefeti hazırlıksız yakaladıklarını ilanlarından kaynaklanıyor.
Hazırlıksız yani güçsüz, plansız, projesiz, isteksiz vesaire vesaire..
Halbuki muhalefet olmak demek, her an seçime hazır, teyakkuzda mücadele vermek demektir.
İktidar, kendisinin iyi sarılacağı günü belirlemekte haklı sayılsa da, muhalefeti kendi şartları ile yoracağını peşinen ilanı, geçmişin hangi seçimi baz alınırsa alınsın, baskın seçimler basanların zaferiyle sonuçlanmamıştır, kaidesini öne çıkarır.
Çok iyi oldu, çok doğru oldu. Olması gereken bu idi. Gibi savunma cümleleri döktüren köşebazlardan hiç birinin, kararın açıklanmasından önce tek bir satır yazamamış olması erken seçim üstüne bilgi ve analiz güçlerinin eksikliğinin ötesinde, korkularının hangi boyutlara ulaştığının bir kanıtıdır.
Hala metal yorgunluğunun ne olduğunu anlayamayan, çözemeyen gazete yazıcılarının bu hallere sokulmasını bir Demirel tabiriyle söyler ve desteklersek üç kelimemiz var: Ayıptır, yazıktır, günahtır!
Üstad Necip Fazıl’ın bir misali vardı: Koşucular stadyumda yarışta iken, arkada kalanlara tur bindirenlerin oluşturduğu yanıltıcı görüntüye, “Utanmadan bir de önde koşuyorlar” isyanıyla seslenirdi.
Anlattık galiba.
O çocuklar çocuklarımızdır
“Cami imamının bir oğlu deist, bir oğlu ateist oldu.
“Oda tv” adlı haber sitesinde bu başlığı görünce insanın aklına ister istemez yaşadığımız yıllardan “acılı” bir anı düşüveriyor.
Yarı resmi Hürriyet Gazetisi’nde yayınlandığı için mi bilmem, o reklama karşı ne bir kaldırtma girişiminden haberdar olduk, ne de Diyanet işleri Başkanlığı’ndan yahut siyasetçilerden bir kınama ya da üzüntü bildiren bir cümle okuduk; iktidarı destekleyen ve fakat Hürriyet’e muhalif Tercüman gibi gazetelerin sayfalarında.
Demirel’in meydanlarda, “Bu ülkede herkesin göğsünü gere gere müslümanım deme hakkı vardır” türünden çok konuşmalar yaptığı o yıllarda, bahis mevzuu ettiğimiz bir gazino reklamı idi.
“İmamın Karısı” sıfatıyla duyuruluyordu, sahneye sürdükleri bir kadın. Diğerlerinden bu tanımla ayırarak, gazino müşterisi olmak sevdasına düşmüş ve cebi para görmüş erkek sınıfının merakına bir ayar çekmek değildi gazinocuların ve ilanı yayımlayan, ara sıra da geçmişinden izleri haberleştiren Hürriyet’cilerinyegane maksatları.
İncitmek istedikleri, “müslümanlık” duygularıydı insanlarımızın.
Ortalıkta, tiyatroculuk sanayiinde çalılşan kadınlarının macera peşinde koşmasını bir hazmedemeyip boşayan ve bir hazmedip törenle tekrar evlenen gazeteciler dolaşıp dururken, bir gazino çalışanı kadının geçmişindeki bir nikah hadisesi dolayısıyla imam yakını diye tanımlayıp okuyucusunun hergün gözüne sokacak bir gazete ancak Türkiye’de yaşayabilirdi. Bizimle birlikte hala yaşıyor.
Çünkü onun yarı resmi sıfatı var.
Bir haber sitesinin bir haberi yapma şekli, tavrı, üslubu, seçimi işte bize o yaşanan geçmişi hatırlatırken, bizzat onların da o geçmişin “Hürriyet” anlayışından etkilenmiş olduklarını da ispat etti.
“Hürriyet” alınır, satılır... Görülmesi gereken bizim çocuklarımızdan bazılarını, işte böyle yoluna düşürtmesi ve onlara “sırttaki hançer” vezninde haber yazdırma geleneğini sürdürmesidir.
“Cami imamının bir oğlu deist, bir oğlu ateist oldu.”
Nelere sevindikleri günleride gördük “solcu” gazetecilerimizin. Varsın bizim de katkımız olsun bu hallerine.
Kemal Ahmet diyeceğiz. 1934 yılında otuz yaşında vefat eden gazeteci Kemal Ahmet. Adını başlık yaptığı bir şiir yazmıştı Nazım Hikmet üstelik. “Tutunmak istedi; kaçtılar / çalıştı; / kırbaçladılar; / susadı; kendi kanını içti o! / parça parça insan kafası satılan, kaldırımlarında aç yatılan... /....
İşte bu Kemal Ahmet, Aksaray’da Koska mahallesindeki bir medresenin hocalarından Ahmed Rıdvan’ın oğlu idi. Eli kamalı habercilerin gönülleriyle söylersek, bir dersiamın, bir hocanın ateist olan oğlu idi.
Bilmeyiz, deist oldu, ateist oldu denilen imam çocuklarına kimler yazacak, “Beyninin ışığını sattığı için, / Bir ekmek parasına. / “mısralarıyla örülmüş yeni şiirleri...
Necati TUNCER