ÖNCE KELİMELERİMİZ GİTTİ SONRA ÇOCUKLARIMIZ

Abone Ol

Üretilmesine ve yayılmasına karşı olduğum fıkralardandır bu anlatacağım ama, yukarıya bir gazete yazarının köşesinden aldığım tanıtım kupürü mecbur etti.

Hıristiyan kültürü içinde (şehirlerinde, okullarında, mahallelerinde) büyümüş bir çocuğumuza bir cami imamını sorduklarında kimdir diye, caminin papazı demesi, hiçbir zaman güldürmez bizi, lakin yanlışlığı nerde yaptığımızı yüzümüze vurur.

Ortodoks kelimesi bir Hıristiyanlık mezhebini anlatır ve Fener’de patrikhaneleri vardır, basit bilgisinin ötesinde ne arıyor bizim çocuklarımız Kim öğretti onlara, Ortodoks bir şey olmanın şahane olduğunu...

Yarın, protestanî bir demeç mi vermiş olacak bir muhalif politikacı, hükümetin icraatlarını benimsemiyoruz gibi bir laf ettiğinde, şahane olarak...

Korkmak gerek bu gidişten. Ağca’yı makam sahibi ederler mi, ederler. Vatikan’da katolikvari yaşamışlığı vardır, Papa ile kankalık resimleri yayımlanmıştır şahane olarak...

Yazımın girişinde sadece anlattığının ne olduğunu yazdığım fıkra türünün en şahanesi bir Müslüman Türk şehri Erzurum’da yaşanmıştır.

Medyanın, internetin, telefonun ve sair iletişim araçlarının bugünkü gibi şahane yaygın olmadığı, –icad edilmemiş olduklarından herhalde– bir zamandan ulaşmıştı bize. Bu fıkrayı anlatan insan olarak, bu fıkrayı duyan insanlar olarak eğitimimizi tamamlamamız, örfümüzü bilmemiz, kendi kendimize sempati duymamız için...

Erzurum’da bir köy. Hasta yatağında bir köylü. Ziyaretçileri gelip gitmekte, acil şifalar dilemekteler.

Köyün imamı da gelir. Hastanın çok çabuk iyi olacağına dair moral konuşmasından sonra, eğilir hastanın yatağına doğru.

“Beni bildin mi ”

Bu soru hastanın hastalığının hangi evrede ve yönünün nereye doğru olduğunu anlamak için sorulmuştur. Hasta onca ağrısının ve yangısının arasında ziyaretçisini tanıyorsa, mesele yok. Bilemedim, kimlerden olun Diyorsa, hazırlıkları hızlandırmak gerek...

Erzurum köylüsü hastamız, köyün imamının sorusunu duymuştur ve cevaplamaya çalışır.

– Bilmez miyim canım, bildim, bildim...

Hastanın bildim demesi yetmez. Adını, sanını da söylemeli. Hem imam efendi de ısrar ediyor.

– Kimim ben

– Komşu köyün papazısın!

Bu beklenmedik cevap şaşırtadursun herkesi. Gözler imamın ne diyeceğindedir.

– Sen nah iyi olursun

Kendi köyünün imamından önce komşu köyün papazı geliyorsa bizim hastalarımızın aklına, onları saysak saysak şahane ortodokslar sayabiliriz.

Nerden icap etti bilmeyiz, Yunus Emre’ye ortodoks şair demek, Veysel’e ortodoks aşık demek Ortodoksluktan önce yazılan “şahane”lik, iyi bir şey söylüyoruz, demenin ortodokscası mıdır acep

İhtiyacı mı vardı Yunus’un, Veysel’in böyle Hıristiyan mezhebi ve kültürü kelimeleriyle tanımlanmasına Felsefe yapma aşkımız mı dedirtiyor bunları bize Ya da kimlerin dikkatini çekmek istiyoruz Bakın biz, ortodoksluk uzmanı olduk!

Nureddin Topçu merhuma izafe edilen bir söz düştü bazı köşecilerin alanlarına. “Türkiye’de sol’dan icazet almadan yazar olunmaz!”

Bu ne komplekstir, bu ne kendini inkardır, haykırışımızın kıymet-i harbiyesi nedir şimdi İcazet peşindelik, şahane bir ortodoks şairler arattırıyor bize dememiz, sol’a hakaret olmaz mı

Sol, bizim sol ise, ne zamandan beri ortodokslaştı da haberimiz olmadı Sol’a yer göstermek, sol’un yerini tespit etmek ortodokscularımıza düşmüş, ama yine bizim haberimiz yok.

Gazetemizin Perşembe günkü nüshasında “Pakdil usta haklı”lığını yazmış Hüseyin Akın. Pakdil usta bizim mahallenin çocuklarının okumadığını, kültürlerinin azlığını, yetişmiş olmadıklarını saymış da saymış. Hüseyin Akın buna yerinde saymak diyor, yeni bir şey söylememek diyor.

Bütün bunlar olmuyorsa ve yoksa, Yunus’un, Veysel’in şahane bir ortodoksluğunu nerden çıkarıyoruz Yoksa okuduğumuz Yunus değil, Veysel değil, Ortodoks kitapları mı

“Edebiyat dedikoduları yapıyorlar” da demiş ya Pakdil usta, müsaadesiyle yıllar önce yaptığımız ve  içinde Nuri Pakdil olan bir dedikodumuzu analım burada.

Şair Nedim’de, Mustafa Özdamar ağabeyin evindeyiz, Hasan Fehmi Ulus’la. Söz döndü dolaştı kelimelere geldi. Sayın Ulus, Nuri Pakdil ağabeyi gibi yeni uydurulan kelimelerden yanadır. Mustafa Özdamar ağabey hep olduğu gibi orta yolcu. Bu fakir ise muhalif.

Nuri Ağabey dedi sayın Ulus, birkaç uydurulan kelime sayarak, artık kullanmıyor bu tilcikleri.

Sıra benimdi. Unutmuştur dedim. Onca tilciği ezberlemek kolay olmasa gerek...

O gece hep bu espriye güldü sayın Ulus ve Mustafa Özdamar ağabey.

Yeni tilcikler öğretenler türeyince yazalım dedik.

ÖLDÜREN ALKOL, KİME KAZANDIRIYOR

“İçki öldürür!”

Okullarımızın koridorlarına asılan Yeşilay afişlerinden birinde böyle yazıyordu. Bugün bu afişi “İçki toplu öldürür!” diye okumak yanlış olmaz.

Çocukluğumun okul harici günlerinin şehrimizin çarşısında geçtiği yıllarda şahit olduğum bir davranış şeklinin, toplu içki ölümlerinin ilk adımları olduğunu ben bilmezdim, olayı yaşayanlar bilmezdi, bilmesi gerekenler de bilmezlermiş.

Etiketi hiç bozulmamış boş rakı şişelerini, çarşının ayakkabı boyacısı çocuklarına, simit satıcısı çocuklarına verirdi, evlerinde tüketmiş kullanıcılar. O çocuklar ise bilirlerdi, etiketi bozulmamış rakı şişelerini verdikleri Tekel bayilerinin kendilerine elli kuruş vereceğini.

Bir Tekel şişesi ve üzerindeki bozulmamış etiket. Devletin Tekel’i bir rakı şişesi masrafından kurtuldu. Bayilerin etiketi bozulmamış o şişeleri yine devlete verdiğini sanan çocuk aklımız, nerden mi varmıştı bu kanıya Belki de kağıdın, renkli basılı kağıdın iyi para ettiğini bilmemizden. Saman kağıdındandı defterlerimiz bizim. Hem ikide bir hükümetler tasarruf tedbirleri tebliğleri yayınlamıyorlar mı idi Bir şişe, bir şişe derken...

Bugün Tekel yok. Alkolcü özel firmalar çok. Kullanıcıları öldüğünde, yani toplu öldüklerinde sattıklarına “sahte” demek, hafiflik midir, yoksa sorumlulukları hafifletmek midir

Alkollü dünya ile ilgili yazmak bana düşmezdi. Lakin oynanan oyunun ya farkında değil yazması gerekenler; ya da susmaları bir şekilde sağlanıyordur.

Kestirmeden gideyim. Hissettiğim ve insanlarımızın canı pahasına sahneye konulduğunu düşündüğüm oyun şudur: Bir yıllık satışımızı bir ayda yaptık demeçlerine dayanarak, olması istenen “patlama” böylece gerçekleştirilmiştir, demek istemiyorum. Zira ben hem ekonomi yorumcusu değilim, hem patlamanın her şeklinin zararlı olduğunu bilirim.

Öyleyse, toplumumuzun alkole açık insanlarını, üzüm bağlarımıza el koyan bir başka alkollü içki üreticilerinin cirolarını artırmaya yönlendirmek politikası işliyor, ihtimalini ünlemem güldürmesin hiç kimseyi.

Bu ülkenin tek resmi radyosunda yılarca, Rumeli’mizin o güzel “Vardar Ovası, Vardar Ovası; kazanamadım sıla parası” türküsünü rakı parasına çevirterek okutanların, o günkü hedeflerinin bugün geldiğimiz yer olduğunu tartışmıyoruz bile.

Bu propaganda türünün öncüsü tek parti CHP’nin şimdiki Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’nun, “Rakı sofralarında Türkiye’yi kurtaranlardan partimi temizleyeceğim” dileğinin gerçekleştiğinde, o alkolcü firmaların cirolarının tabana çakılacağının hesabını yapmamışsa bu ülkenin Yeşilaycı etiketli aydınları, izah etmeye çalıştığım ve gelecek nesillerimizi hedef alan oyunu da anlamayacaklardır.

Daha ne yapabilirim.

SEVİYENİN ALTI YANDAŞIN HALTI

Şimdi okuyacağınız anı, bu ülkenin 12 Eylül’ü öncesinde yaşanmıştır.

Solcuların varsa, bizim de olmalıdır tatmini yaşansın diye kurdurulan bir MİSK vardı çalışma hayatımızda.

Toplu sözleşme pazarlıkları yaptığı sanayiciler arasında bir Yahudi vatandaşımız da vardır. MİSK şunları, şunları istiyor; sanayici patron bunları, bunları veriyor. Anlaşırlarsa ne âlâ. Yoksa gelsin grev-lokavt karmaşası... O yıllar TRT’sinin haberlerinin yüzde ellisi böyle haberlerdi.

Pazarlık sürerken diyor anlatıcı sendikacımız, Türkeş geldi sözünü ettiğimiz patronun fabrikasına. Hoş geldiniz, hoş bulduk faslından sonra yemekhaneye geçildi. Çaylar, kahveler içildi. Türkeş’i uğurladık sonra, diyordu anlatıcı sendikacımız.

Önemli olan kısım, bu anlattıklarından daha sonra diyecekleridir sendikacımızın. Ne yemekte, ne çay sohbetinde söz dönüp dolaşıp toplu sözleşme konusuna gelmedi. Türkeş’in işçiyi, sendikayı ve patronu ilgilendiren hiç bir konuyu konuşmadan gittiğinin tanığı birkaç kişiydik, demişti anlatıcı sendikacımız.

Ertesi gün ne mi olmuş

Toplu sözleşme imzalanmış.

Hangi şartlarda MİSK istediğini almış mı, yoksa işveren ancak verebilirim dediklerinde mi kalmış

Anlatıcı sendikacının söylediklerinde bu sorulara cevap yoktu. Zira anlatma, toplu sözleşme imzalandı dediği yerde bitmişti ve sözleşme maddelerinin neleri kapsadığı da önemli değildi.

Sendikacılar direnemezlerdi. Türkeş’in bizzat ziyaret ettiği bir patronla anlaşamıyor olmak hadleri değildi.

Patron direnemezdi. Türkeş tarafından bizzat ziyaret edilen biri, daha başka ziyaretçi bekliyor olamazdı.

İşçiler direnemezdi. Türkeş geldi, her iki tarafa da tavsiyelerde bulunmak adına bizim için iyi olanı emretti, diye düşünmekten başka hakları mı vardı

12 Eylül öncesinde yaşanmış ve 12 Eylül’den hemen sonra anlatılmış, –ki bir yazılı basında kaydı vardır.– bu olayı bugün hafızalarda canlandırmamızın bir sebebi olmalı: AKP’nin Saadet Partisi’ni ittifak görüşmelerine davet etmesinin ve medyasını hemen “Ama 20 milletvekili istiyorlar” diye bağırtmasının bu olayla bir mukayesesi yapılsın istiyoruz.

Hiçbir şey konuşulmadığı halde, çok şey konuşulmuş gibi anlaşılan, algılanan bir olay ve onun barışa faydalılığı bir yana, çok şey konuşulduğu halde AKP medyasının “Ama 20 milletvekili istiyorlar” ayarıyla oyları ayartması bir yana...

Yerinde yeller esen MİSK bile bir seviyede duruyormuş.

AKP medyasının halini de bugün, o seviye belirliyor.

Acıyı, bibersiz hissedenler el kaldırsın!

ON YILDA

BOŞALAN GAZLAR!

Hani hiçbirimiz basmazdık yaşa,

Yüzde elli oy verdik koşa koşa;

Öldük mü diye bağırmayın boşa!

Törpülemişler, döndürmüşler kuşa!

On yılda alınmış mide gazımız,

Oyunu fark etmiş, ama azımız;

Feryada engel olmuş boğazımız,

Törpülemişler, döndürmüşler kuşa!

On yılda genç “yarattı” birileri,

Halimiz bu, bir geri bir ileri;

Bizi iğdiş etmişler, hem de seri,

Törpülemişler, döndürmüşler kuşa!

Başkan “Büyük Şeytan” öyle önermiş,

Ağzından kaçırdı, paratönermiş;

Bize suskunluk, ona para dönermiş,

Törpülemişler döndürmüşler kuşa!

Bak şunlar hala diri, durun durun!

Diye gönderilmiş bir gazcı Harun;

Maske çıkarınca baktık ki Karun!

Törpülemişler, döndürmüşler kuşa!

Ulvi kavramlara atmışlar kanca,

“İftihar”ları çevirip “utanc”a,

Gaz boşaltıp bir de buse atınca,

Törpülemişler, döndürmüşler kuşa!

Mide boşalmış da bağırsak dolu,

Öğrendi nedir gaz almanın yolu;

Koku kaplar yakında sağı solu,

Bakın beynine, döndürmüşler kuşa!

EKREM ŞAMA

MARUZAT

1- Birkaç hafta önce, gazetemizin 1980 sonrası sayıları elinde olan kardeşlerimizin bizimle irtibata geçmesini istemiştik. İsteğimizi yeniliyoruz efendim.

2- Bazı internet sitelerinde Necati Tuncer adıyla çirkin yorumlar yapılmakta; bu fakirin bir ilgisi yoktur. Bilinsin!