İnsan, cennette ve cennet için yaratılmış bir varlıktır. O hep kovulduğu yerin özlemi ile bir arayış içerisindedir ve bu dünyada tam bir sükûn ve huzura kavuşması söz konusu değildir. Bunun için şair dünyayı bir sürgün yeri olarak nitelemiş ve “Uzatma dünya sürgünümü benim” demiştir. Celaleddin er-Rumi de mü'min için ölümü Rabb'ine kavuşma gecesi olarak görmüş ve Şeb-i Arus / Düğün Gecesi olarak nitelemiştir.
Öte taraftan ölüm her canlı için kaçınılmaz bir gerçektir ve hiçbir insan için eceli yani ölüm vakti gelmeden ölmesi söz konusu değildir. Bunun için meşhur Nesefi Akaid metninde, “Öldürülen eceli ile ölmüştür” ibaresi vardır. İşin itikadi boyutu böyledir ama ölüm hangi yaşta gelirse gelsin arkada kalanlar için derecesine ve ölüm şekline göre çok elem verici bir hadisedir. Hele hele genç yaşta kaybedilen evlat acısı çok daha dayanılmazdır.
Oğlum Muhammed Nuh’un kaybolduğu ilk gece polis merkezine şikâyette bulunduktan sonra gece iki gibi eve geldim. Yerde çekyata dayanmış vaziyette oturmuş sabahın olmasını bekliyordum. Uyku ile uyanıklık arasında Muhammed Nuh gözüme göründü. Çok acı çekiyor, benden yardım istiyordu. Kalbim öyle sıkıştı ki nerede ise ölecektim. O gece oğlumun başına bir şey geldiğini hissettim ama ölümüne asla yormadım. Ama cani o gece dünyalar güzeli oğlumu maalesef öldürüp derisini yüzüp cesedini parçalamış. Firavunların dahi yapmadığı caniliği masum bir çocuğa yapmış. Muhammed Nuh’un bu hazin hali hayalime geldikçe kalbim sıkışıyor. Teselli kaynağımız ise ahiretin var olmasıdır. Ahirete inanmayanlar için bu tür hadiseleri kafayı yemeden atlatmak acaba nasıl mümkün oluyor?
Ama beterin beteri var. Nitekim taziye çadırımıza gelen bir dostumuz beni kenara çekti ve şöyle dedi: “Hocam, bu haberi aldığım zaman yurt dışında idim. Çok üzüldüm ama aynı zamanda katil benim oğlum olabilir diye çok korktum. Katilin başkası olduğunu öğrenince derin bir nefes aldım. Zira oğlum akşam eve hangi belayı getirecek diye her akşam korku ile bekliyoruz.”
Taziye esnasında muhterem Muhammed Salih Ekinci üstadımız yaşanmış çok ibretlik bir olay anlattı. Kendi memleketinde bir köylünün üç oğlundan birisi genç yaşta ölüyor. Haliyle baba çok üzülüyor. Ama işi biraz ileri götürüyor. Adeta isyan ediyor. Kendisine, “Ya arkadaş beterin beteri var. Sabret, haddini aşan sözler söyleme” diye ikaz ediyorlar. Ama bu şahıs, “Daha beteri ne olacak benim oğlum öldü” diye itirazını sürdürüyor. Derken aradan bir zaman geçtikten sonra oğullarından birisi eşekle uzak bir yerde bulunan değirmene buğday öğütmeye gidiyor. Geç kalınca artık bu akşam geri gelmez diye yatıyorlar. Ama değirmenden çok geç vakit dönüyor. Unu kilere koyup, eşeği de ahıra bağlayarak odasına geçiyor. Gece annesi uyanıyor. Oğlunun odasına göz atıyor, gelininin yanında bir erkek görüyor. Hemen kocasına koşup gelinin yanında bir erkeğin yattığını haber veriyor. Baba kalkıyor, diğer oğlunu kaldırıp onun eline tüfeği veriyor. Sen içeri gir ona ateş et, eğer kaçarsa ben de balta ile kapının önünde bekleyeceğim kafasını ezerim diyor. Oğlu içeri girip ateş edince gelin fırlayıp, “Ne yaptın, abini vurdun” diyor. Ateş eden kardeş bu sese şok geçirip silahı yere atarak geri çıkıyor. Çıkarken baba kafasına baltayı indiriyor. Böylece iki oğlunu da kaybediyor. İşte beterin beteri.
Zamansız ölüm diye bir şey yoktur. Muhammed Nuh da bu dünyadaki sürgün günlerini bitirerek zamansız bir âleme göçtü. Gençliğinin baharında Rabbine kavuştu. Kendisinde zamanımız gençlerinde çok az bulunan özelliklere sahipti. Bunlardan en önemlilerinden birisi uykusu çok hafifti. Sabah namazı için seslendiğimde hemen kalkardı. Çocukluğunda biraz kekeme idi. Ama 12 yaşında geçti. Fakat bu onda bir utangaçlık ve arkadaş edinmede bir engel teşkil etti. Bunun için çok arkadaşı yoktu. Kur’an kursu harici günlerini evde odasında geçirirdi. Diğer namazlarını evde kılardı. Ama son birkaç aydır sürekli cemaate gider, evde kıldığımız namazlarda da çok uzun secdede kalıyordu. Adeta içine bir şeyler doğmuş gibiydi.
Evin en küçük oğlu olduğu için evde bulunduğu zamanlarda gelen erkek misafirlere hizmetleri hep o görürdü. Yer sofrasını kurmak kaldırmak hep onun işi idi. ama hiç bir zaman bu işleri gördüğü için yüzünü ekşitmedi. Hiçbir zaman bana karşı laf çevirmedi. Eleştirdiğim hiçbir konuda kendisini savunmadı. Asla kendisini haklı çıkarmaya kalkmadı. Kardeşlerinden hiçbir şekilde şikâyetçi olmadı. Belirli bir hastalığı yoktu. Ama zaman zaman mevsimsel hastalıklara yakalanırdı. Bunları da beni üzmemek için ya saklar ayakta geçirir ya da kendi başına tedavi olmaya giderdi. Cep harçlığı olarak çok az birşey verirdim. Bunu da Hintli meşhur düşünür Vahiduddin Han’ın bu konuda okuduğum bir makalesinden esinlenerek yapardım. Zira ortalık çok karışık. Çok para yanlış yollara kapı aralayan en büyük etkendir. Ama o bundan hiç şikâyetçi olmadı.
Ömrünün büyük kısmı Kur’an kursu ve camilerde geçti. İlkokulda okuduğu zaman Mescid-i Selam’a gitti geldi. Ortaokul ve lise kısmını İhramcızade Kur’an Kursunda yatılı olarak okudu. Daha bir yıl önce eve dönmüştü. Üniversite imtihanına hazırlanıyordu. Bir taraftan da 18 yaşını yeni doldurduğu için ehliyet kursuna yazılmıştı. Üniversite imtihanına girmiş, sonucunu bekliyordu. Kadir Mısıroğlu’ndan çok etkilendiği için tarihçi olmayı istiyordu. Ama ben kendisini İslami ilimler okuması için ikna etmiştim. FMVÜ İslami İlimler Fakültesi’ne yazılacaktı.
Pazartesi sabah yine birlikte kahvaltı yaptık. Ben evden ayrıldım, o da saat 10.30 gibi nereye gittiğini kimseye söylemeden evden çıkmış ve çıkış o çıkış...
Hz. Ömer (R.A.) şehit olan kardeşi için "Esen her saba rüzgârı bana kardeşim Zeyd'i hatırlatır" diyerek ona olan hasretini dile getirir. Ben de Edirnekapı’ya doğru her döndüğümde oğlum aklıma geliyor. Zira kendisini Edirnekapı’da Şehit Metin Yüksel'in bulunduğu mezarlığa defnettik. Orası sanki evimizin bir odası gibi oldu benim hayatımda…
Şehidimizi vefatından yaklaşık bir hafta sonra abisi rüyasında görmüş, Gülümseyerek eve gelmiş. Abisi, "Ya sen neredesin kaç gündür seni arıyoruz" diye sormuş. O da başına gelen her şeyden haberdarmış gibi gülümseyerek bakmış. Ben de kendisini sabah namazı için uyandığımda tam yatağımın önünde namaz kılarken birkaç saniye gördüm. Evet, şehitler mahiyetini bilmediğimiz bir şekilde diridirler.
Muhammed Nuh'un karşı karşıya kaldığı bu elim olay yüzünden hocalarımızın bir kısmı kendisini Uhud'da göğsü yarılıp ciğerleri dışarıya çıkarılan şehitlerin efendisi Hz. Hamza’ya (R.A.) benzettiler. Bir kısım hocalarımız Kerbela'da başı kesilen cennet gençlerinin efendisi Hz. Hz. Hüseyin’e (R.A.) benzettiler. İnşaallah onların bu hüsnü şehadetleri gerçek olur.
Katillin cezası birkaç gün önce belli oldu. Devlet onu yıllarca hapiste besleyecek ve sonra sokağa salacak. Adil bir hüküm mü, değil. Kısas olmadıkça ne yürekler rahatlar ve ne de öldürmelerin önüne geçilir. Zira bu rejimde katillere hak ettikleri cezayı verme imkânı yoktur. Çünkü 1923’te bir İslam Devleti olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ne yazık ki 1927’de yapılan karşı devrimle laik ve katı din karşıtı bir rejim haline getirildi ve İslam’la bütün bağlar kopartıldı. Haliyle ceza kanunları da değiştirilerek kendisini devamı saydığı Osmanlı’dan devralınan ceza kanunları yerine kendilerine karşı İstiklal mücadelesi verdiğimiz emperyalist devletlerin kanunları ithal edildi. Onun için katille hesaplaşmamız ahirete kaldı.
Not:
Yargılama süreci boyunca bizi süreç hakkında bilgilendiren, teskin etmeye çalışan Adalet Bakanı Sayın Yılmaz Tunç Bey’e teşekkürlerimi iletiyorum. Özellikle olayın olduğu ilk bir-iki hafta çocuklarımın tıbbi ve psikolojik desteğe çok ihtiyaç duymalarına rağmen kapımızı çalmayan, hiçbir destek sunmayan sözde Aile Bakanı’na da teessüflerimi iletiyorum. Aile Bakanlığının sağlaması gereken tıbbi ve manevi desteği çok şükür çevremizde bulunan arkadaşlar sağladı. Benim isyanım yaşanan çifte standartlaradır. Bunu kamuoyunca bilinmesi için gündem ediyorum. Acaba bu 19 yaşında, hiçbir günahı olmayan, katille hiç bir meselesi bulunmayan fakat önce boğulup sonra biçilip doğranan delikanlı bir erkek değil de; yasak aşk (zina) ilişkisi sonrası çıkan tartışma neticesi öldürülen bir kadın olsaydı Aile Bakanlığı aynı duyarsızlığı gösterir miydi? Onu da siz değerli halkımızın takdirine bırakıyorum.