O niye içeride, bu niye dışarıda ey adalet, hey adalet

Abone Ol

“Gazetedeki köşemde ve yeri geldiğinde, konuşmalarımda Milli Görüş çizgisi ve Erbakan’ı savundum.”

Şakir Tarım’ın 30 Eylül 2017 tarihli Gazetemizde yazdığı “Ali Bulaç Suçlu mu?” başlıklı duygusal yazısını okumadan önceleri de bir Ali Bulaç yazısı istiyordum kendimden..

Nereden, nasıl başlasam sorularıma, Şakir Tarım yazısını cesaret fişeği yapabilirdim artık.

Onu son görmem, yukarıdaki cümlesini kayda aldırdığı anlarından biriydi.

Ayasofya meydanındaki Mustafa Kamalak Başkanımızın da katıldığı bir Saadet Partisi eyleminde yan yana idik.

Hal hatır sormaktan başka kelimelerimiz olmamışsa da birbirimize, ben, onun da orada olmasından daha bir morallenmiştim. Bilmem ki bu duygumun oluşmasında yazdığı gazeteye muhalif olmam mı sebepti.

Yaşadıklarının hukuki boyutunu yazmak benim haddim değil. Yaptığı güçlü savunmadan isteyenin, istediği cümleleri alarak taraftarlarıyla paylaştığı gerçeğinden hareketle, şöyle dedi, böyle dedi nakillerine de girmeyeceğiz.

Lakin ona “akıl veren” yazılar kaleme alarak, üstünlük sağlamaya çalışan ve iktidardan gönenen yarı resmi yazarların varlığından milleti haberdar etmek de bize düşmektedir.

Önce “akıl almaz bir körlüğe duçar olduğu”nu ilan ettiler. Ters kelepçe takılarak götürüldüğü günlerden sonra. “…sevimsiz yazılar dercederek, adeta herkesi körlüğe davet etti.” Demelerini ise birkaç satır altta, kim ihbar kabul edecekti?

“…darbenin psikolojik zeminine harç katanlar arasında yer aldığı..” suçlamasını haykıran birinin “yine de” diyerek, “tutuksuz yargılanmasını çok isterim” dileğine sahipliğini inandırıcı bulmamamız, kalemimizin namusunun bir gereğidir.

“Ali Bulaç tefsir ve meal müellifidir.” Diyorlar, doğrudur.

Sürüngen hayvan dizilerinin senaristi değildir.

“Ahirette o şehitlerin yüzlerine nasıl bakacak? Hele o şehitlerin yetim ve öksüzlerinin!”

Kelimesi kelimesine bu cümleyi kurabilmesi için bir insanın, kendini birşey olarak görmesi gerektiğine dair kanaatimiz elbette vardır ama buraya yazamayız.

Davası devam eden bir yazarın, yargılanan Ali Bulaç’ın ahiret hayatını kendi ahiret hayatları ile kıyaslandırarak, onun adına üzüldüklerini ve şefaat etmeyeceklerini izah etmiyorlar sadece.. Şehidlerin yetim ve öksüzlerini mitinge çağırıyorlar adliye önlerine.. İşte biz bu hınçdan çok rahatsızız. Kamusal alan görevlilerine “uzun hava” girişi çalan sazcıbaşılıktır bu, işgüzarlığın çok ötesinde..

“Nasıl bakacak?” sorusunu ilk soran bu fedai katip değil. 27 Mayıs’tan hemen sonraki günlerde de yaşanmış bu sorunun konuşulduğu bir sahne.

Menderesler Yassıada’da. Gazetecilere ilk defa sergilenecek halleri. Kabataş’tan kaldırılan motorun tahta sıralarını doldurmuş her gazeteden tayfalar.

İçlerinden biri konuşacak mevzu bulamamış olacakki, Menderes’i anar sesli sesli.

“Şimdi bizi görünce.. Yani diyorum ki bizim yüzümüze nasıl bakacak?”

Konuşan yarmanın hemen karşısında Aziz Nesin vardır. İstihza dolu bakışlarını hepsinin üstünde gezdirir ve derki:

“Siz, onun yüzüne nasıl bakacaksınız? İsterseniz bunu düşünün..”

Kendi anlatımından naklettiğim bu Aziz Nesin anısını, o devrin gazetecilerinden Gürbüz Azak ağabey şöyle yorumlamıştı bana.

“Rahmetli Menderes’in, o gazetecilerin hepsine örtülü ödenekten ödemeler yaptığını Aziz Nesin böyle kayıtlara geçirtmiştir.”

“Dört duvar arasında”ki Ali Bulaç, “Adamakıllı düşünüp, deklarasyon çapında bir risale yayımlasın”mış.

Orda çok zamanı olacak demenin, bir çeşidi de böyle ifadelerdir.

Neyi yazacakmış Ali Bulaç bu risaleye?

İnsanların “nasıl bir din anlayışıyla mankurtlaştırıldıklarını..”

Ya kendileri? Sürüngen adı bellemekle geçer mi bir ömür? Ama onlar kandırılmış olduklarından.. Mazur sayılacaklar..

İnsanlar mankurtlaştırılırken siz neredeydiniz? Her istediklerini veren iktidarın alkışcıları neredeydi? Soruları abestir şimdi.

“Öyle bir deklarasyon kaleme alsınki, elden ele, gönülden gönüle dolaşsın.”

Göz yaşartıcı bir iyilik isteme.. O kadar ihbarcılığa bu kadarcık inayet yetmez mi?

Fakat o ne yapıyor? Yani Ali Bulaç “dört duvar arasında” ne yapıyormuş? Sen ki kritik sağlık sorunları olan birisin.. “ CHP milletvekili Bekaroğlu’na politik mavra için malzeme vermek..” yapıyorsun.

Halbuki AKP milletvekilleri ziyaret için sıraya girmişlerdi, kelimeleriyle gelmiyorsa suçlamalarının ardı, gitmesek de, görmesek de, Ali Bulaç, bizim Ali Bulaç’ımızdır deme hakları olmayanların “meze” saymalarının hangi tarihlere kadar uzandığını bir hatırlayalım isterseniz.

Ali Bulaç’ı tanıdığım ilk zamanlarda anlattıklarından birazını hikayeleştirmemi hoş görün deyip yazıyorum.

İslam Enstitüsü binaları, salonları, odaları, koridorları, dershaneleri mekanımız..

Bir öğretmenin dikkati hep Ali’nin üstünde. Refik Halid’in Eskici hikayesindeki öksüz çocuktur Ali. Taal hun ya Ali diyor öğretmeni, yanına varıyor. Ruh ya Ali diyor, ordan uzaklaşıyor.

Ali topu at, Ali topu tut, Ali gel, Ali git.

Bir üniversitelinin ilk senesinin ilk günlerinde bir öğretmeni ile (o günlerde daha prof. sıfatları yok) bu yakın ilişki, nazara gelmiş olmalı.

- Ali sen Tokatlı değil misin?

- Hayır öğretmenim, ben Mardinliyim.

“Bu cevabımdan sonra benimle bir daha konuşmadı”, cümlesini ondan duyduğumda bu olayı ve bu soru cevabı unutmayacağımı biliyordum.

Gün bugündür dedim ve anlattım işte.

Anadolu şehirlerinin birbirine yakın olanlarının arasındaki rekabeti, -ki her iki şehirlilere de şehirlerine sahip çıkarmak ve şehirlerini sevdirmek amaçlıdır, -Tokat, Mardin arasına uygulayamazsınız? Mardinspor-Tokatspor maçları yapılmışsa da futbol liglerimizde, etkisi İstanbul’daki taraftarlara kadar düşmezdi. (Tokatspor’dan Halil Toprak’ı nerden hatırlıyorum?)

Gazetemizin emeklilerinden İbrahim Balcı’nın bana anlattığı değildir, Ali Bulaç’ın İstanbul İslam Enstitüsü’nde yaşadım dediği olayın izahı.

İstanbul’dan otobüse bindim demişti Balcı.. Ta Trabzon’a kadar şoför beyle iyi muhabbet ettik. Şoför mahalli koltuğunu bana tahsis etmesinin hakkını verdim, diye de ilave etmişti.

Ta Trabzon’dan sonra.. Şoför biraz şaşırmıştı. Bana baktı ve sordu. Sen niye inmedin? Soruyu duyan fakat olayı henüz kavrayamayan bir Balcı cevabı gider şoföre: Ben Rize’ye gidiyorum.

O günden beri her anlatışında güler bizim İbrahim. Niye mi? Şoförün o cevaptan sonra hiç konuşmamasına..

Hayatın bu çeşit latifeler sınıfından olmadığını bir daha vurgulamak isteriz, Ali Bulaç’ın o susan öğretmen yaşamışlığını.. Zira o suskunluğun o günden sonra hep devam ettiğine ve hala da sürdüğüne inanmaya mecbur ediliyoruz şimdi.

Birlikte olmadılar, oturup kalkmadılar, yiyip içmediler, tartışmadılar, itiraz etmediler, bayramlaşmadılar, düğünlerde karşılaşmadılar, aynı muhtarın ikametcileri olmadılar, lar, lar, lar…

Gazetemizin Topkapı tesislerinde bir gün İsmet Özel ağabeye sormuştum, bir siyasi dergide anlatılan misafirliğin tarafı olup olmadığını..

Murat Belge bir akşam, islamcı bir yazarın evine ziyarete gider. Kapıyı açan evin 5 yaş civarındaki çocuğu içeriye seslenir.

“Baba! Rus amca geldi!”

Bahis mevzuu edilen yazar siz misiniz, demiştim. İsmet Özel ağabey bir güzel gülmüş, hayır demişti. Ama Ali Bulaç olabilir..

Şimdi bir tane katip, kalemci, yazıcı, köşeci ve hatta akıl verme uzmanı kalemşör arıyorum.Ben bir akşam Ali Bulaç’ı evinde ziyaret ettiğimde.. Diye anlatmaya başlayacak..

Yok değil mi?

Cübbeli Ahmet Ünlü diyorki: Beni hapisanede iktidar partililer ziyaret etmedi, CHP’den geldiler.

Aziz Yıldırım diyorki: Diğer kulüplerden hiç kimse ziyaretimize gelmedi.

Necip Fazıl’ın, Nazım Hikmet’i hapishanede ziyaretinde söyledikleri de hatırlansın ve kullanılsın, eğer izahımız zor anlaşılacaksa..

NOT: “ “ arasındaki kelimeler sağcı bir gazetenin yazarına aittir.

Yeniden “Go Home”

TÜRKİYE ve ABD arasında yaşanan vize krizi üstüne yazılan yorumlarda, anında cevap vermemize sevinenlerin çokluğuyla elbette gururlanacağız, ilişkilerimiz “Dibe vurdu” ağlamalı haberlerine rağmen Simavi artığı AD karteli yazarlarının..

“Şu andan itibaren Türkler’in vize başvuruları kabul edilmeyecektir.” Dediğinde ABD,

“Şu andan itibaren Amerikan vatandaşlarının vize başvuruları kabul edilmeyecektir.” Dedik biz de..

Ve ABD’yi sorguluyoruz, Temel Karamollaoğlu Başkanımızın ifadeleriyle: “Casus krizine dayanarak yapmanızı inandırıcı bulmuyoruz, sizi iyi tanıdığımızdan..”

Ve kendimizi “Kabile devleti” “Çadır Devleti” gibi kıyaslamalardan uzak tutarak..

Futbol takımlarımızın oyuncularının bir Avrupa devletinin gümrüklerinde en mahrem yerlerine kadar aranmaları Bab-ı Ali gazetelerine haber olduğunda, Simavicilerin “Biz onları çiçekle karşılayarak, utandıralım” makaleleri döşediklerine arşivleri tanıktır.

Dahası, sağcı AP iktidarının günlerinde, “Amerika’ya ayıp oldu” havası ve yazılarıyla okuyucusuna dizlerini dövdüren bir Tercüman gazetesinin varlığını da unutmadı insanlarımız.

ODTÜ’de ABD Büyükelçisi Commer’in makam otosunun yakılmasını gazetelerimizin nasıl yazdığını, kimlerin nasıl tepkiler verdiklerini, olayın neticesinin ne olduğunu araştırıp yazsaydı sosyologlarımız, bugün insanımız Karamollaoğlu Başkan’ın sorularına kilitlenirdi. Ki ABD devleti de bu donanımlı Türk insanlarına karşı vize başvurusunu engellemek acziyetlerine baş vuramazdı. Vize uygulamasını sorgulama günlerine galiba biraz geç kalmamızın sebeplerinden biri de olayların gerisinin derinliğini bilmek ihtiyacımızın azlığı olsa gerek.

ODTÜ olayı dedik. Yıllar sonra o günün rektörü Kemal Kurdaş şöyle bir cümle kullanmıştı verdiği bir röportajda.

“Çocuklar aşağıda araba yakıyorlar. Biz Commer’le yukarıda şarap içiyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz, kahkahalar atıyoruz.”

Rektör Kurdaş’ın bu dediklerini, yanan arabanın başında resim veren gençlik o anda bilse idi, sonraki gelişmeler tarihin yazdığı şekilde mi olurdu?

Arabasını yaktırarak, dediklerini yaptıracakları çocukların yetişmelerini sağlayan Amerika günlerinden, “Vize vermeyiz ha!” saygı eksikliği ile prim toplamaya çalışan ve Ortadoğu’da tutunmaya çabalamakta olan bir Amerika günlerine geldik.

Cuma namazı kılmaya Suriye ’de cami arayan iktidar partisi mensuplarının, Karamollaoğlu Başkan’ı dinleyerek, artık ülkenizde bomba patlattırmıyoruz diyen ABD elçilerine “Kurdaş” olmaya teşne insanların üremesinin engelleneceği günlere de erdik, diyecekleri günlerdir bu zamanlar.

“DEİST”LER NE İSTER

Birkaç hafta önceki günlerin internet medyasında “Deizm” üstüne yapılmış bir röportaj dolaşıma sokulmuştu.

Okunması ve anlaşılmasından sonra tartışma aşamasına gelmesi gereken insanlar, kendi görüşlerine paralel satırlar bularak paylaşmayı yeğlediler, kurdukları sen, ben, bizim oğlan’dan oluşturdukları kamplarında.

Kendisine “Deizm” sorulan deist Prof. Dr. Yasin Ceylan’ın bulunduğu yere taraftar çağırıcı ve bilimsel iddialı izahlarından sonra dediği şu cümlesi çok paylaşılmıştır.

“Dini çok öven kitaplar okuya okuya dine karşı bakışım değişti.”

Okumanın, bazı bedenlerde olumsuzluk oluşturabileceğini kendinden örnekleyerek, okumamayı tavsiye eden bilim insanlarına tek örnek sayabileceğimiz sayın Prof. Yasin Ceylan’a, isterdik ki çok itirazlar ve tezler yazılsın medya organlarında...

Röportajının bir yerinde “Batı medeniyetinde bilim, sanat, edebiyat, refah, neşe, şiir falan var. İslam böyle bir toplum öngörmüyor” diyebilen sayın Y.Ceylan’a şöyle bir soruyu niçin sormadı röportajı yapan gazeteci Kübra Par bilemeyiz.

Görev yaptığınız ODTÜ’de ve benzer üniversitelerde bu aydınlıkta öğrenim yaptığınız için mi, Marmara Depreminde yıkılmadık bina kalmadı şehirlerimizde. Yetiştirdiğiniz mimar ve mühendislerin enkazlardaki imzalarını nasıl savunacaksınız?

Sorunun hacmi çok genişletilir ama biz, röpotajın girişinde yapılan bir reklam cümlesine cevapla şimdilik bitirmek istiyoruz bu konuyu.

“Çocukluğunda klasik medrese eğitimi almış, imam hatip ve ilahiyatta okuduktan sonra...”

Deist veya başka bir şey olan insanlardan hiç biri, böyle cümleleri pazarlayarak güçlenme hakkına sahip değildir.

Zira bu ülkenin ve dünyanın Müslümanları bilirler ki, Peygamber Efendimiz zamanını yaşayan, onu gören, onu dinleyen bazı insanların, inanmadıkları için, eski inançlarında ya da başka felsefecilerin dediklerinde kaldıkları için, değerleri yoktur, söz konusu edilmezler...

Kaldı ki onların günümüzdeki takipçileri bir şey olmuş olsun.