O kadar hızlı gittik ki ruhumuz geride kaldı

Abone Ol

Bazen zamanın tik taklarının huzursuzluğu gelir durur düşüncenin eşiğinde, akrep ve yelkovanın amansız koşuşturmacası hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Takvim yaprakları hızla düşerken mevsimler sanki birbirleri ile yarıştaymış gibi gelir. Her şey hızla akıp giderken; insan, bir anlık genişliğe ihtiyaç duyar. Bende bu durum sıklıkla olur. İşte böylesi durumlarda, bulunduğum mekândaki saatin piline müdahale edip her şeyi durdururum. Ancak dışarıda hızla akan trafiğe, insanların birbirini ezer gibi koşuşturmasına yapacak bir şey bulamam. Modern zamanların en büyük icadı hız olsa gerek, hiçbir şeye tahammülü olmayan bizlerin bu icadın zaman zaman yetersizliğinden dem bile vururuz. İnanmıyorsanız elinizdeki telefonların değişim sıklığına bakabilirsiniz. Yeni ve daha hızlı daha özellikli olması bizim kendimizden hızla kaçmamız için en büyük fırsat olduğunu düşünürüz.

Oysa kaçışımızı ne kadar hızlandırırsak hızlandıralım nihayetinde düştüğümüz boşluk, anlamsızlık halkası neredeyse hiç yakamızı bırakmaz. Zamanın hızla akıp gitmesi her şeyimize sirayet ederken, zihnimizin işleyişi sadece pragmatik ve belli kodlar içerisinde kalıyor. Kıymetli olan her şey değersizleşirken sadece bir türlü isimlendiremediğimiz kekremsi bir duygu ile baş başa kalıyoruz. Her şey gelişiyor, her şey daha donanımlı hale geliyor ancak yüreğimize çöken ağrının sebebini hiçbiri açıklayamıyor. Kararan içimizi hiçbir kimyasal temizleyemiyor. O kadar hızla yoruluyoruz ki hangi sebepten yorulduğumuzu fark edemiyoruz. Mutlu muyuz, hüzünlü mü bir türlü anlayamıyoruz. İçine mesken diye girdiğimiz betonlar üzerimize yürüyor, bir nefeslik huzur arıyoruz, uykuya varıyoruz ancak kentin uğultusu yakamızı bir türlü bırakmıyor.  Nefes almak için kaçacak bir doğa arıyoruz, yapay göllerin etrafında yalandan dikilmiş üç beş süs ağacı ve mekânlardan yükselen müzik başımızdaki ağrıyı artırırken nefesimiz iyice daralıyor. Manzara arıyorsun ama nafile arayışın çünkü gözlerinin önündeki manzara alabildiğine yüksek katlı, yığma beton binalara çarpıyor. Hevesin kursağında kalıyor.

Şaşkın bir vaziyette kendine doğru bir adım attığında farkına varıyorsun ki hızlılık unutturuyor; zamanı, mekânı ve en kıymetlisi de hatıraları… Hatırası olmayanların bir hafızası da olmaz diye düşünürüm. Oysa şehir bir hafızadır. Binlerce, milyonlarca ayak izinden oluşur. Onların tatlı hatıraları ile bir kimlik, kişilik kazanır. Bugün modern zamanlara eriştik ve birbirinin çok kötü kopyası kentlerde kaybolduk. Artık zaman, Haşim’in bile aradığı o zaman değil. Çünkü onun tarif ettiği zaman bizim hafızamızda bile yer etmeyen bir zaman. İşte Haşim’in zamanı: “Sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik ‘gün’ tanınmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler.”

Ne yazık ki içinde yaşadığımız çağ bize o mesut günleri gösterecek gibi görünmüyor. O kadar kaygısız, o kadar akıntıya kapılmış gidiyoruz ki sanki bir yarışın içerisindeyiz. Ve bu yarış hiç bitmeyecekmiş gibi gelir bize. Oysa hepimiz halen daha start çizgisindeyiz. İhtiyacımız olan en son şey hız olmalı diye düşünüyorum. Bazen dertler, sıkıntılar çöreklendiğinde konuşuruz ya da bir açmazın önünde durduğumuzda. İşte o vakitlerde, sanki uyursak her şey düzelecek gibi gelir. Öyle de söylenir çoğu zaman. Bazen içime uyursak her şey bozulacakmış gibi bir his gelip çörekleniyor. Bazen insanların irileri ile oturunca yaşlanmaktan da korkuyorum. Bu korku bugünün insanın uzun yaşama isteğiyle alakalı değil. Sonra diyorum çocukluk ne güzel, ne temiz bir çağ ya da sayfa. Büyümek için acele eden çocuklara da şaşırıyorum. Ve o çocuklara “Büyüme çocuk büyüme!” diyorum içimden çünkü büyüyünce kirleniyor dünya. Bu kirli dünyada ise hızın ve hazın esiri olmayan, gerçeklikle arası olmayan; hayalleri, rüyaları olan adamları seviyorum. İçine çocuk saklanmış ve hala içinde körebe oynayan adamları, koca laflar eden adamlara tercih ediyorum. İyi ki iyiler var yoksa şu zamanın sarkacına takılmış giden dünyanın içinde nasıl nefes alabilirdik Nasıl farkına varırdık kötülüklerimizin İçindeki kötüyü öldürene müebbet vermiyorlardır. İçindeki iyiyi öldürene plaket veriyorlar ya neyse! Dünya, gerçeklik dünyası… En iyisi uyuyalım belki rüya görürüz. Belki de bu hızla gidişimizde geride bıraktığımız ruhumuz yetişir bize.  Hoşça bakın zatınıza…

Taş Gemi

Bize Kadar

1- Bu pazar bir yaşlıyı (büyüğü) ziyaret et. Uzun zaman aramadığın bir dostunu, akrabanı ara, kendine bir güzellik yap.

2- Bir yetimin gönlünü okşa, insanlara tebessüm et ve selam ver.

3- Dünyalıklarla ilgili hiç muhabbet etme, kimseyi eleştirme, az konuş ve güzel söz söyle.

4- Gideceğin yere toplu taşımayla git ya da yürüyerek git.

5- Bir dostundan, bir büyüğünden nasihat iste.

6- Eşine ve çocuklarına, kardeşlerine, en yakınındakilere vakit ayır, onlarla hasbihal et.

7- İftar ve sahurda televizyonu kapat. Sosyal medyaya girme, nargile içmeye gitme.

8- Bir güzel söze tutun ve onu yolluk yap.

9- Güzel bir çay koy ama gıybetin altını harlama!

10- Bir iyilik yap, bir yaraya merhem çal. E-mail gönderme, el yazınla bir mektup yaz. Yüreğini koymayı unutma.

“Naat/ Turgut Uyar

İpekler tel tel bir araya geldiler dokunmak üzere lâle nerdeyse menekşeye, gül suya dokunmak üzere

kılıç kesti kan koktu bir atlı dörtnala uzaktan gün batımının büyük eşitsizliğinden yakınmak üzere

bütün dertler söylendi çareleri bir bir yazıldı son büyük toplantıda bir bir okunmak üzere

kimseye başvurulmadı herkes bir başına kaldı, evet sonradan hep birlikte kurtulunmak üzere oysa bir çiçek vardı bahçelerde kendini dererdi sevinçle. Kendini tek haklıya bir gün sunmak üzere.”

Dağarcık

Cherokee Kabilesi’nin bilgelerinden biri, gençlere konuşur. Onlara hayat üzerine birtakım öğütler verir: İçimizde iki kurt yaşar ve bunların arasında da sürekli korkunç bir savaş olur. Kurtlardan biri; korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibri, kendine acımayı, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, üstünlük taslamayı ve bencilliği temsil eder. Diğeri ise; huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardım severliliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil eder. Gençlerden biri “Hangi kurt kazanacak ” diye sorar. Yaşlı adamın cevabı kısa olur: “Hangisini beslersen.”