Nüfus krizi değil: Güven krizi, ekonomi krizi, adalet krizi…

Abone Ol

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, geçtiğimiz günlerde önemli bir açıklama yaptı.

“Nüfus konusu beka meselesidir” dedi.

“Hanelerin yüzde 50’sinde çocuk yok” dedi.

“İlkokul çağındaki çocuk sayısı 5 yıl içinde 900 bin azalacak” dedi.

“Bunun temelinde aile kurumunun zayıflaması var” dedi.

Evet, Bakan Hanım doğru yerlere değiniyor. Evet, bunlar büyük birer alarmdır.

Ama bunların hepsi birer sonuçtur.

Sorun şu ki biz yıllardır sonuçlar üzerinden tartışıp duruyoruz. Sonuçları konuşarak çözüm üretemeyiz. Önce nedenleri cesurca konuşmalıyız. Bunun içinde söylemden öte sahaya inip halkın dertlerini anlamak gerekiyor. Sosyolojik araştırmalara, verilere ihtiyaç var. Nüfus verilerine bakarak elbette hepimiz aile kurumunun zayıfladığını söyleriz. Peki, toplum aşağıda ne yaşıyor? Mesela aile bakanlığı şu soruların cevabını verebiliyor mu:

Evlilikler neden azalıyor?

Neden gençler evlenmek istemiyor?

Neden evlenenler çocuk yapmıyor?

Evliler neden bir çocukla yetiniyor, ikincisini düşünmüyor?

Neden boşanma oranları artıyor?

Cevap aslında herkesin bildiği fakat kimsenin yüksek sesle söylemeye yanaşmadığı yerde duruyor: Güvensizlik... Gelecek kaygısı... Çökmüş ekonomi... Çökmüş adalet duygusu... Yıpranmış toplumsal ahlâk…

Bugün Türkiye’de insanların yarısı asgari ücretle yaşıyor. Kalanların büyük bir bölümü de asgari ücretin biraz üstünde… Kiralar neredeyse maaşla denk. Bir ailede iki kişi çalışmazsa temel ihtiyaçlarını karşılamak bile zor. Kadının çalışmadığı bir evde geçinmek artık neredeyse imkânsız. Ama bir yandan da “kadınlar çalışıyor, o yüzden çocuk sayısı azaldı” deniliyor.

Peki, durduk yere mi geldik buraya? Durduk yere mi kadınlar iş hayatına yönlendirildi? Durduk yere mi herkes diploma peşinde koştu? Bu sistemi kim inşa etti? Kim teşvik etti? Kim yönetti?

Yirmili yaşlarının ortasına kadar okulda tutulan genç, mezun olur olmaz iş bulabiliyor mu ki evlensin? Kaldı ki sistem artık diplomayı bile yetersiz görüyor. Lisansüstü çalışmaları yapmak zorunda hissettiriyor, tecrübe edineceği bir ortam sunmuyor, mezun olduğu alanda istihdam olanakları sağlamıyor. Bugün gençler bırakın evlilik hayalini kurmayı, “Yarın hayatımı idame ettirecek imkânlara kavuşacak mıyım?” sorusuyla güne uyanıyor.

Bir yandan gündüz kuşağında her gün kötü evlilik örnekleri pompalayan programlar…

Diğer yandan kadınlara, çocuklara, insanlara zulmedenlerin ödül gibi cezalarla toplum içine salındığı bir sistem…

İnsan böyle bir ortamda nasıl güven duyar?

Nasıl aidiyet hisseder?

Nasıl çocuk büyütmeye cesaret eder?

Hangi genç, “Ben bu ülkede geleceğimi kurarım” diyebilir?

Bugün evlilik ve doğum oranlarının düşmesini tartışmak kolay. Ama asıl konuşulması gereken şey neden düştüğü ve bunların nasıl çözüleceği.

Ve şu soruyu sormak gerekiyor: Bu sistemi kim inşa etti? Bu tehlikeleri görmeden bu politikaları uygulayanlar kim?

Yirmi yıl boyunca bu millete “beka” diyerek oy isteyenler kim? Eğer bugün geldiğimiz noktada gerçekten bir beka sorunu varsa, o halde sormak hakkımız değil mi:

Yirmi yıldır bu ülkeyi nasıl yönettiniz de bugün böyle bir beka sorunuyla karşı karşıyayız?

Sorun gençte değil.

Sorun kadında değil.

Sorun ailede değil.

Sorun toplumda değil.

Sorun, yönetmekle yükümlü olanların bu ülkeyi hangi ekonomik, sosyal, kültürel zemine oturttuğudur.

Beka diyorsak, önce dürüstçe konuşalım:

Sorunu doğuran politikalarla yüzleşmeden, hiçbir çözüm üretilemez.