Nemalananlar yeni (mi) tanıyorlar

Abone Ol

Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin’in son iddiası besleme medyacılarımızı “mal bulmuş mağribi” sıfatlı eyledi.

“F.G., Mehmed Şevket Eygi gibi isimler 1959’da Özel Harp Dairesi’nde görevlendirildi. Görevleri, Yeşil Kuşak Projesi çerçevesinde komünizmle mücadele faaliyetleriydi. 12 Eylül’den sonra yakalanan F.G.’nin serbest bırakılması için GK Başkanı aradı ve serbest bırakıldı...”

Millî Gazete’mizin yazarı M. Şevket Eygi ağabey, o emekli Paşa’yı muhatap kabul ederse, cevabını kendi verir. Biz, diğer iki adı verilenlerle ilgili girmek istiyoruz sorular dehlizine. Fakat Eygi ağabeyin bir çok kereler yazdığı hapishane hayatını, yine kendi ağzından bir iki cümle ile de olsa yazmamız ve akabinde bir sorumuz olmalı önce.

“Üç yazım dolayısıyla üç ayrı ceza almıştım. Sağmalcılar gerçekten facialar yurdu idi. Bir sabah zincirlere vurularak sevk arabasıyla Gerede’ye gönderildim. Orada epey çile çektikten sonra Şile’ye...”

Soracağımız sorunun cevabı, Eygi ağabeyin kimliği üzerinden değil, Özel Harp Dairesi’nde görevlendirildi iddiasından kaynaklı olmak mecburiyetlidir.

İkinci bir örneği olmalı ve gösterilmelidir; o dairenin “görevlendirilmiş”lerinin “zincirli sevk”lere tabi tutulmalarının...

“12 Eylül’den sonra yakalanan F.G.’nin serbest bırakılması için GK Başkanı aradı ve serbest bırakıldı.”

Bahsedilen GK Başkanı ihtilalci K.Evren.

Türkücü olması istenen Küçük İbo’ya bir tv kanalında sormuşlardı: Boş zamanlarınızda ne yaparsınız? Küçük İbo’nun cevabı, izahımıza yardımcı olacak kelimelerle örülüydü: Boş zamanlarımda beste yapıyorum!

12 Eylül’ün yegane sorumlusu K.Evren, ihtilalinden sonra yakalananları tek tek takip ediyor ve bırakın demesi gerekenler için telefonlara sarılıyor. Tabii boş zamanlarında.

Böyle mi? Yoksa şöyle mi?

Bırakılması gerekenlerin yakalandığını anladıklarında/gördüklerinde GK Başkanı ile irtibata geçiyorlar ve onun bırakın telefonları etmesini istiyorlar.

K.Evren’e kolay ulaşmak pozisyonundakiler, F.G. yakalayıcılarıyla muhatap olmak istemediklerinden, yani konumları ve sıfatları buna müsaade etmediğinden, ya da ihtilalin bir numarasını telefoncu yapmak zevklerinden, adı geçen eylemi yaptırmışlardır.

Hatta;

Yarın bir başka emekli paşanın da söyleyecekleri olabilir. Konjonktür gereği denilen cinsten bir şey...

“Eniştemin, K.Evren’e çok yakın birinden duyduğuna göre, K.Evren o gün şöyle demiş: F.G.’de yakalanacaktı da biz bu ihtilali niye yaptık?”

K.Evren’in özgeçmişine internetten ulaşanlar şu bilgileri de okurlar: “Ocak 1984’te toplanan IV. İslam Konferansı’na Türkiye ilk kez Cumhurbaşkanı düzeyinde katıldı. Evren, konferans başkan yardımcısı seçildi.”

K.Evren’in anılarında yazmadığını bildiğimiz o Ocak 1984’te olanları, umarız anlatımı bize kadar ulaşan ve şu anda hariciye görevlisi olarak yaşayan insanımız bir gün kaleme alırsa, milletinin meraklı insanlarının öğrenme haklarına saygısını ispatlayanlardan sayılır.

Ocak 1984. IV. İslam Zirve Konferansı hazırlıkları tamam gibi... Derken, sorumlu Büyükelçiliğimize bir telgraf ulaşır. Sayın Cumhurbaşkanı’mız konferansa iştirak etmeyeceklerdir!

Halbuki beklenen odur. Başkan yardımcılığına da oy birliği ile seçilecektir. Çalışmaları bizzat takip eden ve sorumlu olan elçilik görevlisi bu durumu bizzat Cumhurbaşkanı’ndan öğrenmek için ilk uçakla Ankara’ya ulaşır ve Çankaya’da gerekli görüşmeyi yapar.

K.Evren’in dediği özetle şöyle bir cümledir: Ben geleceğim. Gönderilen telgraftan haberim yok. İlgili Bakanlığın tüm personeli görevlerinden alınmalı ama, buna benim gücüm yetmez.

Bakalit telefonların kullanıldığı ve motorlu posta memurlarının yıldırım telgrafları koşturdukları o günlerde, yani 12 Eylül’e yaklaşıyorken biz, Anadolu’nun hangi  şehrinin düğün salonlarında bir ülkücü yahut ülkücü olarak tanıtılmak istenen biri evleniyorsa, hepsine de okunduğunda çok alkış alan şu telgraf yetiştirildi: Sizi kutluyorum, öpüyorum. İmza. A.Türkeş.

60’lı yılarda, İsmet Paşa bana mektup gönderdi diyen köy ağalarına, düğünümüze Başbuğ telgraf göndermişti diyen kocalar katılmıştı 70’li yıllarda...

Bugün F.G.’yi, K.Evren’in telefonu kurtarmıştı iddiacılarını nereye oturtacağız, sorusuna cevap bulmak değil amacımız. Biz mal bulmuş mağribilerimizden bahsedeceğiz demiştik.

Bak gördünüz mü vezninde başlıyor yazılarına köşe kapan ve köşe kapatan katipler. Sonra da TSK, topyekün FETÖ arkasında olmakla suçlanıyor.

Söz konusu, bir telefon iddiası...

Bu ülkede rüşvetin belgesi mi olur, özdeyişi mahkeme tutanaklarına geçmişse, telefon etmenin belgesi sorulmaz. Hep malzeme yaptıkları, bir MİT müsteşarının, ben CIA’nın şube müdürüyüm, dediği yalanının belgesinin sorulmadığı gibi...

Sahne önünde FETÖ ile kavga ediyor gibi yapan kandırmacılar varmış ve bunlardan inlerine girilerek kurtulunmuş.

Bir emekli generalin telefonu duydum demesine inananlar, şimdi bu sevinci yaşıyorlar.

Fakat, “Gel özledik” ve “Ne istedin de vermedik” şarkılarını nereye koyacağımızı yazmamışlar.

Neden acaba?

Unutulduğunu mu sanıyorlar?

Amerikalı baba çocuklarla

Millî Gazete’mizin Ankara’daki yazarlarından Ahmet Yavuz, 4 Aralık 2018 günkü köşesinde, onu şok eden ve el insaf dedirten bir haberi, bize şöyle duyuruyordu:

(Baba Bush’un öldüğü gün tüm sosyal hesaplarda ve sitelerde Bush’a yönelik sert ifadeler vardı. Tabi doğal olan da bu. Ancak Türkiye’nin en çok tıklanan haber sitelerinden birinde gözüme ilginç bir haber çarptı. Haberde, “Eğer baba Bush’u dinleseydik, bugün Musul petrolü bizim olacaktı!” diyordu.)

“Eğer baba Bush’u dinleseydik...” keşkeliğine, pişmanlığına, iç geçirmeliğine gelmeden önce Ahmet Yavuz’un da yanlış bir kelime ile başlamasına itiraz edelim.

“Baba Bush.”

Yenilecek, yutulacak, kabul edilecek bir sıfatlandırma değildir bu. Bu ülke insanlarının ağzına ve kalemine yakıştırılamaz.

Ondan nemalanan kartel medyasının Demirel’i yıllarca “Baba” diyerek yazması ve öyle denmeye zorlamasıyla karıştırılmamalı bu Bush şekli. Ki biz o Demirel tanımının yanlışlığını, ona bu sayfada “The Şapgalı Baba” diyerek hep karşı durduk.

Başkalarının babasına “Baba” deme hatasını yaşayanların, Bush’lar karışmasın diye “Baba Bush” diyoruz mazeretleri de ahlâki yapımızla bağdaşmaz. Biz, aynı adlı padişahlarını birinci, ikinci numaralandırmasıyla ya da evvel–sani sıfatlarıyla anan bir milletin ferdi isek...

“Baba Bush’u dinleseydik...”

Kendisine en uzak bir ülkenin “zalim” sıfatı az gelecek başkanından emir almayı böyle yumuşatarak hazmeden medya elemanının bu ah-vah’lı haline bakıp da insanlarımız, hayranı oldukları T.Özal’ın Bush’a rağmen Bush’tan bağımsız düşündüğünü, davrandığını sanmasınlar.

Bush, Özal’ı dinlemiş ve etrafımızı işgal ederek, Amerika’yı bize komşu yapmıştır.

“Baba Bush’u dinleseydik...” yangısına düşenler, “Özal, Bush’a seçim kampanyası sırasında da dış politikaya yüklen, rakibinin zayıf karnı orasıdır diye akıl vermiş” itirafından geri durmadıklarına göre, ne olacaktı ve nasıl olacaktı da Bush’u dinlemiş olacaktınız?

Özal ve Bush 57 kez görüşmüşler.

Türkiye 12 Eylül’e hazırlanırken CIA başkanlığı yapan Bush ile Özal’ın o 57 görüşmeden sadece birini, Savarona yatımızla ödüllendirdiği yakını bir “Kahraman” işadamımızın tarihe mal olan anlatımından okuyalım.

(“Saddam Kuveyt’e girdiğinde, Amerika panik içinde kaldı, fakat Amerika sadece havadan saldırı yapıyordu, o arada telefon görüşmesinde Turgut bey “Buradan bir netice alamazsın havadan saldırılarda halkı öldürme riskin var, karadan gir” dedi. Ama Bush “Ben karadan girersem Amerikan askeri ölür, zaiyat veririz” diye yanıt verdi. Turgut bey ise onu karadan zaiyat vermezsin çünkü sana karşı koyacak bir ordu yok diye Bush’u ikna etmeye çalışıyordu”. diye konuştu.)

CIA başından, ABD başına gelen Bush, gerçekten Irak’ı nasıl işgal edeceğini bilmiyor mu idi? Yoksa, Özal’ı havalandırarak yeni bilgilere ulaşmak mı istiyordu? CIA’nın gözünden kaçan ne varsa yani... Özal’ı, Özal’dan fazla tanıyacağını bir aktüel CIA başkanının, kabul ettiğimizde...

“Havadan saldırılarda halkı öldürme riskin var, karadan gir.”

Özal’ın bu akıl vermesinden, onun Irak halkını düşündüğü ve ölmelerini istemediği gibi bir fikre kimse varmasın. PKK’nın varlığını gösterme saldırısında kırktan fazla insanımızın şehit olduğu haberini havuzda alan ve istifini hiç bozmayan bir Özal’dan bahsediyoruz.

Amerika’nın da Irak halkı hassasiyetinin olmadığını, artık gazetelerin yazmadığı çocuk ölümleriyle, kadınlara tecavüzlerle tüm dünya öğrenmişken.

Vietnam sendromunu yaşayan Amerika’ya sadece akil vermekle ve yol göstermekle kalmıyor bu ülkenin T.Özal’ı. Askerlerinin ölmeyeceğine de kefil oluyor. Belki o da gece gündüz dua da etmiştir, sağ-salim dönsünler diye...

“Karadan gir. Çünkü sana karşı koyacak bir ordu yok.”

Bugün tekrar okuduğumuzda dahi, tüylerimizin diken diken olmasını engelleyemediğimiz bu cümledeki devlet sırlarımızın ifşası ve peşkeşi neden hukukçularımızın dikkatini çekmemiştir.

Irak’ta, Amerikan işgalcilerine karşı koyabilecek bir ordu yok tespiti, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet bilgisidir.

Dahası, T.Özal başka hangi bilgilerini vermiştir devletimizin? Kayda geçtiği için biz bu kadarını biliyoruz.

Bu tahmini iddiamızın elbette dayanakları vardır. Sadece bir T.Özal hayranının yağlaması dahi yeterli delildir. (Bakınız, Yıldıray Oğur’un Karar’daki “Merhaba George, Nasılsın” yazısına...)

“ABD tarihinin en tecrübeli, CIA başkanlığı yapmış Başkan’ı bile olsanız, elinizin altında her türlü imkan olsa da bazen olan bitenin farkına varamıyorsunuz.”

İnsanın beyni kamaşıyor, böyle iddiaları okuyunca. Hiç’liğinin farkında olmayan medya elemanı, kendini Bush yerine koyuyor ve onu, Özal sayesinde olan bitenin ancak farkında olan biri diye anlatıyor. Hale bakın.

Eksikli Bush’un karşısına çıkan T.Özal’dan Amerika’da olmamasını ve Amerika’nın T.Özal ihtiyacını Türkiye’den karşılamasının sebebini de esirgememiş bizden, bahsettiğimiz katip gazeteci.

“Özal gibi bir zeka da her zaman her millete nasip olmuyor.”

“Komşusu açken...” diye başlayan bir hadis-i şerifle terbiye olmuş bir ümmetin milletine Cumhurbaşkanı olmuş bir T.Özal’a, Irak’ın komşumuz olduğunu hatırlatmayanların veya böyle bir derdi olmayanların son cümlesinde ise ülkemizin suçu ifşa edilmiş.

“Eh Türkiye de zamanında onun kıymetini bilememişti...”

Adı mı yaman engeli mi?

112, Acil Sağlık Hizmeti için aranacak telefon numarasıdır. 112’nin bu en basit tarifini, telefon tuşlarına basmasını bilen, beceren herkesin bildiğini sanarak, bildiğine inanarak, o hattın başında bekleyen görevlilerimiz vardır.

Bir ilimizin 112’den sorumlu başhekimi, bıçaklar kemiklerini de kırmış olacak ki, hesaplaşmaya durmuş insanlarımızla, medya önünde.

Arama sayısı 520 bin.

Canı sıkılıp arayanların, karanlıktan korkup arayanların, uykusunu kaçırıp arayanların, sakinliğini arayanların, damak zevkine uygun lokanta arayanların, siyasi tercihine paralel parti arayanların ve kul hakkı aramayanların sayısı da 470 bin imiş.

En basit aritmetik işlemine tabi tutun bir ilimizin sorumlu başhekiminin bu verdiği rakamları. 50 bin kişinin hakkı olan hizmeti alabilmesini, onların on katı engel insanımızı aştıktan sonra ancak sağlayacaksınız; bugün ülkemizin bir büyük vilayetinde.

Hizmete ihtiyacı olanlar zaman kaybederken, hizmetin görevlileri yoruluyorlar, üzülüyorlar, bıkkınlık göstermemeye çalışıyorlar.

Cümlelerimizin arasına, görevli başhekim laiklik gereği dillendirmese de, biz “Kul hakkı”nı sıkıştırdık. Nedir diye sorulduğunda internet sitelerinin “İnsanın sahip olduğu haklar demektir” diye cevapladığı “Kul hakkı”nı... Bir sebebi vardı elbette.

Olayın geçtiği ilimizin adını yazarsak, varmak istenilen menzile adres vermiş oluruz.

Adıyaman!

Her ilimizi hakettikleri ünleri ile sayardık çocukluğumuzu yaşarken. Amasya elması ile, Konya Mevlanası ile, Ankara keçisi ile, Malatya kaysısı ile, Maraş sütçüsü ile, diye diye dolaşırdık ilden ile, ilden ile...

Adıyaman da katılmıştır mutlaka bir şeyi ile ünlü iller kervanına. Cevap sizdedir.

Adıyaman ilinde 112’nin sorumlu başhekiminin şikayetçi olduğu o 470 bin tuşlamayı yapan insanlarımızın istatistiklere geçen bu hallerinden rahatsızlık duyacak, rahatsız olacak devletten maaşlı (Camii ve Okul) sorumluları, acaba bu haberi okuduklarında ne düşünmüşlerdir?

Şimdilik tek merak ettiğimiz konu bu.

Sayfamızın bir özelliği de budur: Bir konuyu merak etmişsek, cevabını arar buluruz. Şimdi yaptığımız gibi...

“Geçen gün bir işadamının başından geçenleri anlattılar. İnşaat, tarım, petrol alanında birkaç ilimizde yatırımları olan bir işadamı. Fabrikalarını kapatmış. Rüşvet isteyen belediye başkanının yeğenine istediği parası vermeyince adama FETÖ’cü diye yapmadıklarını bırakmamışlar. En son yurtdışına çıkarken pasaportuna el konmuş. Arkası arkasına belediye ve maliyeden baskınlar yemiş, inanılmaz cezalar kesmişler. Adamlar herkes tehdit ve şantajla haraca bağlamışlar. Yeni bir üst bürokrat gelince hemen ziyaretler, hediyeler, Media, STK, siyaset, işadamı, kanaat önderi kim varsa adamı kuşatıyorlar. Herkes sanki birbirinden habersiz gibi belli kişileri övüyor, belli kişiler hakkında yalan, iftira ne verse söylüyorlar. Şehre üst düzey biri gelse karşılayanlar arasında onlar vardır. Hatta en öndedirler.”

İktidarın, oy deposu insanlarının gazını almaya görevli kıldığı kalem efendilerinden birinin köşesindeki (A.Dilipak–Velevkane 180 adlı yazısından), “Beka sorunu”muz varken üretilen ve çoğunluk olmaya doğru giden yeni insan türünün tanımını, anlatımını tashih hatalarıyla okudunuz yukarıda.

Biz de bu kısacık özeti, merak ettiklerimize cevap saydık.

Oğullu, damatlı, yeğenli belediye başkanları kimsenin bilinmezleri değil. Hatta rüşvet isteyen siteci gazetecilere de boyunlarının kıldan önce olduğu herkesin malumu...

Hal bu iken,

Pasaporta el koyan devlet çalışanları,

Baskınlar yapan maliyeciler,

Tehdit, şantaj, haraç, yalan, dolan, iftira güçlerine karşı savunmasız insanları korumakla görevli maaşlılar...

Ziyaretlerle ve hediyelerle istenilen pozisyonları alıyorlarsa, sa, sa, sa...

Ne demiş şairimiz?

“Erişir menzil-i maksuduna aheste giden”

16 senede alınan yolun son durağına erişilmiştir.